Erdoğan öncesi dönemde Türkiye “NATO’nun sadık üyesi” olarak bilinirdi. ‘Batı ailesi’nin eşit ve vazgeçilmez bir üyesi olmak, Cumhuriyet rejiminin değişmez ve sarsılmaz idealiydi. AK Parti’nin ilk yıllarında da bu ideal ve ilkeler korundu, en azından öyle bir izlenim verildi. Ancak Erdoğan güçlendikçe hem partisinde hem de devlet mekanizmasında İslamcı ve Batı karşıtı kadrolara daha çok yer verdi ve devletten merkez sağ ve sol unsurları önemli oranda temizledi.
İçeride yaşanan otoriterleşme süreci, dış politikada Batı’dan uzaklaşma ile paralel devam etti. Türkiye, hala NATO üyesi olsa da önce AB hayalleri son buldu. AB’ye aday ülke olmasına rağmen Türkiye ile görüşmeler adeta askıya alındı ve Türkiye’ye her fırsatta asla AB üyesi olamayacağı söylendi. Erdoğan, AB konusunda sorumluluğu “Türk ve Müslüman düşmanı Batı”ya attı, ancak kendisi de bu kopuştan oldukça memnundu. Başka bir deyişle, AB içindeki Türkiye karşıtları ile Erdoğan iyi bir ikili oldular ve birbirlerinin siyasi hedeflerine hizmet ettiler.Türk devlet mekanizmasında İslamcılığın yükselişi aynı zamanda niteliğin de düşüşü anlamına geldi ve bu durum Türk diplomasi dilini ve üslubunu çok değiştirdi. Erdoğan ve yardımcılarının dünyaya karşı dili her geçen gün sertleşti ve hoyratlaştı. Cumhuriyet diplomasisinde hiç kullanılmamış kelimeler müttefik ülke liderleri hakkında kullanılır oldu. Türkiye’nin ABD ve Avrupa ile ilişkileri “müttefik” ülke ilişkilerinden bir çeşit “hasım ilişkisi”ne döndü. Bunda iki tarafın da sorumluluğu olabilir, ancak Erdoğan’ın Türkiye’yi Batı’dan koparma ve Orta Doğu’ya sürükleme anlayışı çok barizdir. Bu nedenle, bazı siyaset yorumcuları, örneğin Levent Gültekin, bu sürece “Türkiye’nin Orta Doğululaştırılması süreci” adını vermektedir. Hatta Gültekin, biraz da komplo teorisi yaklaşımına kayarak, Erdoğan’ın “Türkiye’yi Orta Doğululaştırmak için desteklenmiş bir proje” olduğunu bile iddia etti.
Türkiye’nin Batı ile ilişkileri geçmişte de kolay olmadı, pek çok sorun yaşandı, ancak hiçbir dönemde ilişkiler bugünküne benzer bir hal almadı. Örneğin, Türkiye ile ABD’nin Irak ve Suriye’deki politikaları, iki düşman devletin politikalarını andırır hale geldi. Öyle ki, Türkiye Irak’ta Amerikan askerlerinin de içinde olduğu bir konvoyu, PKK’lıları gerekçe göstererek vurdu. Olayda şans eseri Amerikalılar zarar görmediler ancak iki müttefik ülke askerinin birbirine ateş açması, Amerikalıları gelecek için korkuttu. 2023 Ekim ayında ise ABD, Türkiye’ye ait olduğunu bile bile Suriye’de kendisine yaklaşan bir Türk İHA’sını imha etti.
İlişkiler Kopma Noktasındaydı
2024 yılına yaklaşırken Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri tarihin en kötü seviyelerinden birindeydi. Türkiye, Batı’da hemen hemen her toplantı ve işbirliğinden dışlanıyordu. Öyle ki bu dışlanma, AB çerçevesinde verilen projelere bile yansıdı; Erdoğan’ı cezalandırmak isteyen Avrupalılar, Türkiye’yi en masum sivil projelerin bile dışında bıraktı. Türkiye’ye yüksek teknoloji ürünü silahların satışı fiilen yasaklanırken, Türkiye’nin cumhurbaşkanı Batılı liderlerle ayaküstü görüşebilmek için bile bir hayli uğraşmak zorundaydı. Örneğin, Türkiye-ABD tarihinde bir ilk olarak bir Amerikan Başkanı, Türkiye Cumhurbaşkanını Beyaz Saray’da kabul etmedi. Batı basınında Türkiye’nin NATO’dan çıkarılması uzun uzadıya tartışıldı; ABD, Türkiye’yi düşman ülkeler için çıkarılan yasanın kapsamına aldı. 2023 biterken Türkiye’nin AB ve ABD nezdindeki konumu, neredeyse Çin, Rusya, İran ve Kuzey Kore’nin durumu gibiydi.
2024: Geçmişe Geri Dönüş Mü?
2024 yılı sürprizlerle başladı; önce Türkiye, İsveç’in NATO üyeliğine onay verdi. Türkiye’nin onayı, iki ülke ilişkilerinde iklimi değiştirdi. ABD, uzun süredir askıda tuttuğu F-16 savaş uçağı satışlarına onay verdi. Amerikalı diplomatlar ve siyasiler Ankara’ya akmaya başladı. Ocak ayı sonlarında Ankara’ya gelen Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Victoria Nuland, Türkiye’ye F-35 de satmak istediklerini, programdan çıkarılan Türkiye’nin programa geri dönmesi için Rusya’dan aldığı S-400’ü elden çıkarmasının yeterli olacağını açıkladı. Nuland’ın sözleri ve mimikleri, sıkıntılı günlerin geride kaldığının işareti gibiydi. Nuland, Türkiye ile 155 mm topçu mühimmatı alımı konusunda da görüştüklerini açıkladı. Belli ki kapalı kapılar ardında işbirliği tahmin edilenden hızlı ilerliyordu.
Nuland’ın ziyaretinin ardından Mart ayında başka bir Amerikan heyeti Ankara’daydı. ABD Temsilciler Meclisi Silahlı Hizmetler Komitesi heyeti, Mike Rogers başkanlığında Savunma Bakanlığı’nı, MİT’i, Dışişleri Bakanlığı’nı, Meclis’i ve Cumhurbaşkanlığını ziyaret etti. İki devlet arasında silah ve mühimmat alım-satımı konusunda yakın bir mesai olduğu görülebiliyordu. Basına yansıyan haberlere göre Türkiye, ABD’ye küresel çapta büyük talep duyulan topçu mühimmatı temininde yardımcı oluyordu. Bu maksatla Teksas’ta kurulan topçu mermisi üretim tesisinin üç üretim bandını Türkiye sağlarken, Türkiye’nin ABD Ordusuna topçu mühimmatı ve diğer bazı patlayıcı mühimmatı sağlayacağı öğrenildi.
4 Mart’ta Türk ve Amerikan hükümetlerinden üst düzey temsilciler, “Türkiye-ABD Dijital Diyaloğu”nun ilk fiziki toplantısı için İstanbul’da bir araya geldi. 7-8 Mart 2024 tarihlerinde ise Washington’da ABD Dışişleri Bakanı Antony J. Blinken ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan başkanlığında 7. ABD-Türkiye Stratejik Mekanizma Toplantısı gerçekleştirildi. Ziyaretler ve silah ticareti haberleri arasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 9 Mayıs’ta Beyaz Saray’da Başkan Biden ile görüşeceği duyuruldu. Gerçi ziyaret kesin değildi ancak iki taraf da haberleri yalanlamadı.
Özetle, 2024 yılının ilk dört ayında Türkiye-ABD ilişkilerinde radikal bir değişiklik başladı. Nisan’ın son haftasında Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier, Türkiye’ye uzun bir ziyaret yapıp Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşünce, Türkiye’nin Batı dünyasına geri döndüğü yorumları bile yapıldı. Çünkü 12 yıl sonra ilk kez bir Alman Cumhurbaşkanı Türkiye’yi ziyaret ediyordu. Ne olmuştu, eski günlere geri mi dönülüyordu?
Reset Değil, Yeni Bir İlişki
Türk-ABD İlişkileri uzmanı Soner Çağaptay, değişimin farkında ancak bu durumu “resetleme” yani geçmişe bir dönüş olarak değerlendirmiyor. Çağaptay’a göre, eski ilişki modelinden ziyade yeni bir ilişki modeli geliştiriliyor. Çağaptay şöyle diyor: “Olumlu değişim ihtimaline rağmen ikili ilişkilerin iyileşmesi, ABD-Türkiye ilişkilerinin fabrika ayarlarına döndüğü ya da Ankara’nın ABD’ye geri döndüğü anlamına gelmiyor. ABD’li yetkililerin yeni Türkiye’ye yaklaşmasının en iyi yolu, Batı’dan ne ayrıldığını ne de Batı’yı kucakladığını kabul etmektir.” Çağaptay’a kısmen katılıyorum; ilişkiler “fabrika ayarlarına” dönmüş değil, tam aksine yeni ayarlarla yepyeni bir ilişki kurulmaya çalışılıyor. Ancak bu değişim, Türk demokrasisi ve genel olarak Türkiye’nin çıkarlarına uygun görünmüyor. Türkiye’nin Batı ile ilişkilerindeki “değişim”in iki temel nedeni var: Türkiye’deki iç değişim ve küresel ile bölgesel dengelerde Batı’nın Türkiye’ye ihtiyaç duymasına yol açan hızlı değişim. İlkiyle başlayalım.
Erdoğan Batı’ya Muhtaç: Para Lazım
Türkiye tarafındaki değişim yapısal olmaktan ziyade dönemsel ve pragmatik. Türk ekonomisinde deniz tükenmiş durumda ve üretmeden tüketen ekonominin döviz ihtiyacı inanılmaz bir hızla arttı. Ekonomi yönetimini doğrudan kendine bağladığı için ekonomideki yıkımın boyutlarını dışarıdan birinin tam olarak bilmesi dahi mümkün değil. Türk ekonomisinin sessiz çöküşünde Batı ile bozulan ilişkilerin büyük bir rolü varsa da Erdoğan para bulmak için ilk önce Orta Doğu’ya, Rusya’ya ve Çin’e yöneldi. Çin, Katar ve BAE’den borç arandı; Merkez Bankası’nın acil likidite sorununu giderebilmek için bu ülkelerle yapılan swap anlaşmaları sayesinde Banka’nın kasasına on milyarlarca dolar girdi ve Türkiye bir tür iflastan son anda kurtuldu. Özellikle Körfez ülkelerinden sağlanan milyarlarca dolar, Erdoğan’ın o ana kadar izlediği Orta Doğu politikasını neredeyse 180 derece değiştirmesine neden oldu. O güne kadar Mısır Devlet Başkanı Sisi’ye sürekli olarak hakaret eden Erdoğan, bu tutumunu sert bir şekilde değiştirdi ve Mısır ile barışmanın yollarını aradı. Bu politika değişimi ancak 2024 Şubat ayında sonuç verdi ve Sisi, adeta Türkiye’nin özrünü kabul edercesine Erdoğan’ı Kahire’de 12 yıl sonra lütfen kabul etti. Aynı şekilde Erdoğan, Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya çalışmakla suçladığı BAE ile de barışmak zorunda kaldı. Erdoğan ve ekibi, BAE’ye etmedik hakaret bırakmamıştı ancak para lazım olunca BAE’ye övgüler de başladı. Benzer şekilde, Erdoğan’ın hakaretlerinden nasibini bolca alan Suudi Arabistan’ın da kapıları çalındı ve para istendi.
Kasa boşalınca Erdoğan’ın Orta Doğu politikası ters yüz oldu. Benzeri bir örneği geçmişte Rusya politikasında da görmüştük. “Rusya’nın uçağı düşürme talimatını bizzat verdim” diyecek kadar Rusya düşmanı kesilen Erdoğan, Batı’yla ilişkileri bozulunca dümeni keskin bir şekilde Rusya’ya kırmıştı. Bu örnekler de gösteriyor ki Erdoğan için değişmez politika ilkeleri yoktur; o, işine gelen neyse ona hizmet eden politikaları ilksel bir referans aramaksızın takip eder. Onun için siyaset, özellikle de dış siyaset bir “al-ver” işidir. Erdoğan’ın Orta Doğu manevraları Türk ekonomisini kurtarmaya yetmedi; 2023’e gelindiğinde Türkiye’ye yabancı yatırımlar dip yaptı. Özellikle Avrupa ve ABD firmaları Türkiye’den adeta çekildiler. İflas aşamasındayken ekonominin yönetimi, Batı ile iyi ilişkileri olduğu düşünülen Mehmet Şimşek ve ekibine bırakıldı. Şimşek’in ilk tespiti ise Batı’yla ilişkileri düzeltmenin şart olduğuydu. ABD ve İngiltere finans kuruluşlarının referansı olmaksızın, Türk ekonomisinin döviz ve yatırım açığını kapatabilmesi imkansız görünüyordu. Aslında Erdoğan da bir süredir bu durumun farkındaydı ve son birkaç yıldır Batı’ya şirin görünecek mesajlar vermeye çalışıyordu. Erdoğan’ın Yunanistan’a karşı kullandığı sert retoriğin yumuşaması ve ikili ilişkileri düzeltme çabası bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu manada Türkiye’nin İsrail ile yakınlaşma gayretleri de dikkat çekiciydi. Eğer 7 Ekim saldırıları ve sonrasında İsrail’in Gazze işgali gerçekleşmeseydi, Türkiye ve İsrail arasındaki ilişkiler şaşırtıcı bir düzeye çıkabilirdi. 2023 yazında Erdoğan ve Netanyahu birbirlerini ziyarete hazırlanıyorlardı. Eylül 2023’de iki lider New York’ta görüştüler ve görüşme oldukça sıcak geçti. Bu görüşmenin hemen ardından Erdoğan, ABD’deki Yahudi toplumunun önde gelenleriyle görüştü. Bu görüşmeler, Erdoğan’ın Batı’ya vermek istediği mesajların somut göstergeleriydi.
Özetle; Erdoğan, Batı dünyasına kendi tarzında sesleniyor ve “ben değiştim. Sizlerle her türlü pazarlığa hazırım. Görün beni” diyordu. Erdoğan’ın istekleri az çok belliydi ve her geçen gün olası bir pazarlık için eli zayıflıyordu. Erdoğan, iç kamuoyu için Batı karşıtı söyleme içeride devam etse de Batı başkentlerine sıcak mesajlar vermeyi ihmal etmedi. Erdoğan, Batı ile ilişkilerde değişim istiyor, ancak onun değişim talebi demokrasi ve liberalizm gibi ilke temelli değil. Erdoğan bir İslamcı ve bu tür değerleri bir araç olarak görüyor. Nitekim Erdoğan bir konuşmasında “demokrasi amaç değil araçtır. Demokrasi tramvay gibidir, gideceğiniz yere varınca inersiniz” demişti.
Batı’nın Türkiye’ye İhtiyacı Artıyor
Erdoğan, ekonomik nedenlerle Batı’yla iyi ilişkiler arıyor ancak bunu yaparken Rusya, İran ve Çin gibi Batı karşıtı ülkelerle ve Hamas gibi örgütlerle kurduğu iyi ilişkilerden vazgeçmiyor, en azından şimdilik. Hatta bu ilişkileri elindeki güçlü kozlar olarak görüyor. Diğer taraftan, küresel ve bölgesel dengeler öylesine radikal bir şekilde değişiyor ki Batı’nın güvenlik kaygıları büyüyor. Türkiye, Ukrayna Savaşı ve Filistin Savaşı’nın tam ortasında stratejik bir konumda. Rusya ve İran ile komşu olan Türkiye, aynı zamanda bir NATO üyesi olarak Batı güvenliğinin ihtiyaç duyduğu pek çok avantaja sahip. Örneğin, Karadeniz’in kontrolü İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinden Türkiye’de. ABD ve İngiltere, Karadeniz’e askeri gemi çıkarmak istediklerinde bunu Türkiye engelledi. Rusya-Batı soğuk savaşında Karadeniz öylesine hayati bir konumda ki bunu hakkıyla anlatmak çok zor. Rusya’nın sıcak denizlere Batı’dan çıkabileceği sadece iki bölge bulunuyor; bunlardan ilki Karadeniz, diğeri Baltık Denizi. Baltık, şimdiden bir “NATO gölü”ne dönmüş durumda. Olası bir savaşta NATO’nun Baltık Denizi’nde Rusya’yı ablukaya alması zor değil. Ancak Karadeniz’de Türkiye olmaksızın Rusya’yı ablukaya almak düşünülemez. ABD, Karadeniz’de Türkiye’den doğan boşluğu Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan ile doldurmaya çalışıyor ama nafile. Karadeniz’de Türkiye kimin yanında yer alırsa, bunun o bloğa katkısı tartışılmaz büyüklükte olacaktır.
Özetle, eğer Türkiye, Ukrayna Savaşı’nda daha net bir şekilde Batı’nın yanında yer alsaydı, bunun Rusya’ya maliyeti çok ağır olurdu. Ancak Türkiye, savaştan sonra Rusya ile ekonomik faaliyetlerini olağanüstü bir şekilde artırdı ve Rusya’ya adeta destek oldu, nefes borusu oldu.
Avrupa ve Avrasya jeopolitiği çok hızlı ve keskin değişiyor. Taraflar, olası bir kıtasal veya küresel savaş için hazırlanıyor. Savaş henüz başlamadı ama Batı dünyası en basit topçu mühimmatı bile bulmakta zorlanıyor. İsrail’in Gazze işgali, bu tür silah ve mühimmatları temin etmekte Batı’nın ne kadar hazırlıksız olduğunu gösteriyor. Böylesine tehlikeli ve değişken bir ortamda Batı dünyasının Erdoğan’ı görmezden gelme politikasını değiştirmesi, en azından yumuşatması onlar açısından bir gereklilik. En azından 2024 başından bu yana gözlediğimiz değişimin en mühim nedenlerinden biri bu.
Erdoğan Pazarlığa Hazır
Erdoğan, ekonomik nedenlerle Batı’yla iyi ilişkiler arıyor, ancak bunu yaparken Rusya, İran ve Çin gibi Batı karşıtı ülkelerle ve Hamas gibi örgütlerle kurduğu iyi ilişkilerden vazgeçmiyor, en azından şimdilik. Hatta bu ilişkileri elindeki güçlü kozlar olarak görüyor. Küresel ve bölgesel dengeler öylesine radikal bir şekilde değişiyor ki Batı’nın güvenlik kaygıları büyüyor. Türkiye, Ukrayna Savaşı ve Filistin Savaşı’nın tam ortasında stratejik bir konumda. Rusya ve İran ile komşu olan Türkiye, aynı zamanda bir NATO üyesi olarak Batı güvenliğinin ihtiyaç duyduğu pek çok avantaja sahip. Örneğin, Karadeniz’in kontrolü İstanbul ve Çanakkale Boğazları üzerinden Türkiye’de. ABD ve İngiltere, Karadeniz’e askeri gemi çıkarmak istediklerinde bunu Türkiye engelledi. Rusya-Batı soğuk savaşında Karadeniz öylesine hayati bir konumda ki bunu hakkıyla anlatmak çok zor. Rusya’nın sıcak denizlere Batı’dan çıkabileceği sadece iki bölge bulunuyor; bunlardan ilki Karadeniz, diğeri Baltık Denizi. Baltık, şimdiden bir “NATO gölü”ne dönmüş durumda. Olası bir savaşta NATO’nun Baltık Denizi’nde Rusya’yı ablukaya alması zor değil. Ancak Karadeniz’de Türkiye olmaksızın Rusya’yı ablukaya almak düşünülemez. ABD, Karadeniz’de Türkiye’den doğan boşluğu Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan ile doldurmaya çalışıyor ama nafile. Karadeniz’de Türkiye kimin yanında yer alırsa, bunun o bloğa katkısı tartışılmaz büyüklükte olacaktır.
Özetle, eğer Türkiye, Ukrayna Savaşı’nda daha net bir şekilde Batı’nın yanında yer alsaydı, bunun Rusya’ya maliyeti çok ağır olurdu. Ancak Türkiye, savaştan sonra Rusya ile ekonomik faaliyetlerini olağanüstü bir şekilde artırdı ve Rusya’ya adeta destek oldu, nefes borusu oldu.
Avrupa ve Avrasya jeopolitiği çok hızlı ve keskin değişiyor. Taraflar, olası bir kıtasal veya küresel savaş için hazırlanıyor. Savaş henüz başlamadı ama Batı dünyası en basit topçu mühimmatı bile bulmakta zorlanıyor. İsrail’in Gazze işgali, bu tür silah ve mühimmatları temin etmekte Batı’nın ne kadar hazırlıksız olduğunu gösteriyor. Böylesine tehlikeli ve değişken bir ortamda Batı dünyasının Erdoğan’ı görmezden gelme politikasını değiştirmesi, en azından yumuşatması onlar açısından bir gereklilik. En azından 2024 başından bu yana gözlediğimiz değişimin en mühim nedenlerinden biri bu.
Erdoğan pazarlığa hazır ve üstelik pazarlıkta ilkesel bir sınırı da yok. Ancak ticaretten gelen biri olarak Erdoğan bir pazarlık ustasıdır. Başka bir deyişle, karşısındakini yoklamayı sever ve eli güçlendikçe pazarlık şartlarını değiştirir. Şu anda Batı’nın maddi desteğine ihtiyacı yüksek ve eli kısmen zayıf. Erdoğan, pazarlık niyetini, İsveç’in NATO üyeliği sürecinde açıkça belli etti. İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğine sert bir dille karşı çıktı, iki devletin de yerine getiremeyeceği taleplerde bulundu. Ancak ilk aşamada Finlandiya’nın üyeliğine kısa sürede onay vererek NATO’nun Rusya ile en uzun sınır hattının oluşmasını sağladı. Erdoğan, Finlandiya’nın üyeliğine uzun süre karşı çıkmadı çünkü Finlandiya’nın ABD ve genel olarak NATO için hayati derecede öneminin farkındaydı. Diğer taraftan İsveç’in üyeliğini F-16 uçaklarının satışı, bazı silah ve teknoloji ürünlerinde Türkiye’ye uygulanan bazı fiili ambargoların kaldırılması ve Dünya Bankası kredilerinin serbest bırakılması gibi aslında İsveç ile hiçbir ilgisi olmayan şartlara bağladı. İsveç bahaneydi. Erdoğan’ın talepleri İsveç’ten değil ABD’den idi. Sonuçta İsveç, Türkiye’nin kendisinden iadesini istediği bir tek kişiyi bile Türkiye’ye iade etmedi ama Türkiye, İsveç’in NATO üyeliğini onayladı.
İsveç örneği Erdoğan’ın Türkiye ile Batı arasında nasıl bir ilişki istediğini çok net bir şekilde gösteriyor. Erdoğan, “beni olduğum gibi kabul edin, istediğimi verin, istediğinizi vereyim” diyor. Erdoğan’ın Batı’ya önerdiği ilişki modeli salt çıkar üzerine kurulu ve hiçbir yüksek ilkeyi içermiyor. Başka bir deyişle, Erdoğan, Türkiye’yi Batı ailesinin eşit ve vazgeçilmez bir üyesi gören eski anlayışa dönmeyi talep etmiyor. Aile üyeliğinden ziyade iki “yabancı”nın ortak çıkarlarını koruduğu bir ticaretten bahsediyor. Bu yeni ilişki modelinin Mısır ile ABD veya Avrupa Birliği ile Tunus arasındaki ilişkilerden bir farkı yok. Oysa ki Cumhuriyet’in kuruluşundan Erdoğan’a kadarki dönemde Türkiye, Batı ile eşit ve birinci sınıf bir ortaklık aramıştır. Erdoğan’a kadar Türkiye’nin Avrupa’da ve Batılı kurumlarda hak ve sorumlulukları İngiltere’nin veya Almanya’nın hak ve sorumlulukları ile teorik olarak eşit idi. Oysa ki Türkiye’yi Batı ailesinin gerçek bir parçası olarak görmeyen Erdoğan’ın önerdiği ve kabul etmeye hazır olduğu ilişki modelinde Türkiye ikinci sınıf değil, üçüncü sınıf ortaklığa razı oluyor.
Görünen o ki Erdoğan’ın aklındaki bu model aslında Batı’da pek çok kişinin de tercih ettiği modeldir. Türkiye’yi NATO’da veya AB’de, yani “Batı’nın kalbi”nde görmek istemeyen, ancak Türklerin hizmetine muhtaç olan bazı Batılı siyasiler ve bürokratlar, Erdoğan’ı bir şans olarak görüyorlar. İç siyasette ve Müslüman kamuoyunda ‘Batı karşıtı’ görünen ancak Batı politikalarıyla uyumlu, sürekli Batı’ya ihtiyaç duyan ve aldığı yardımlar karşılığında Batı politikalarına hizmet eden bir Türkiye… İşte, son dönemdeki yumuşamanın arkasındaki düşünce budur. Eğer tahminlerimiz gerçekleşirse bu yönelimin Türkiye için pek de hayırlı olmayacağı söylenebilir.
Bitirmeden önce küçük bir not: 9 Mayıs’ta Erdoğan’ın Beyaz Saray’ı ziyaret etmesi bekleniyordu. Ancak bu ziyaret Ankara’nın tüm isteğine rağmen ABD’de “ayarlanamadı”. Çünkü Washington da Erdoğan hakkında çelişen isteklere sahip. Bir grup, Erdoğan’ın İslamcı söylemini Amerika için “kullanılabilir” buluyor. Bu nedenle fiilen etkisiz olan sözde İsrail karşıtlığının İslamcılığının olmazsa olmazı olduğunu düşünüyor. Washington’daki “pragmatistler”e göre; bir yandan İsrail’e hakaret eden ama diğer taraftan İsrail ile ticareti rekor düzeylere çıkaran Erdoğan’ın popülist söyleminden ABD’nin faydalanması gerekir. Ancak Erdoğan zaman zaman anti-İsrail söylemini çok ileri götürüyor. Bu konuda İran ile yarışan ve Filistin davasının gerçek lideri görünmek isteyen Erdoğan, 9 Mayıs öncesinde Hamas Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye’yi Türkiye’de ağırlayıp kucaklaşınca Erdoğan’ı birkaç hafta sonra Washington’da ağırlamak imkansız hale geldi. Çünkü Washington’da etkili İsrail yanlısı yetkililer, önce Hamas lideri ile kucaklaşan Erdoğan’ın kısa bir süre sonra Başkan Biden’la kucaklaşmasının Biden’ı zor durumda bırakacağını düşündüler. Böylece Beyaz Saray ziyareti başlamadan bitmiş oldu. Ancak Türkiye-ABD ilişkilerinde yeniden yapılanma süreci olduğu gibi devam ediyor, sekteye uğramış değil.