Avrupa’nın en büyük sorunlarından biri azalan doğurganlık ve yaşlanma nedeniyle ekonomiyi zorlayan insan gücü açığı. Diğer sorun ise, ilk sorunun aksine, Afrika ve Asya’dan Avrupa’ya akan düzensiz göç. Göçlerin Avrupa ekonomilerine pek çok faydası var aslında, ancak Avrupa gelenleri hazmetmekte zorlanıyor. Ayrıca göçmenlerin büyük bir kısmı, Avrupa ekonomilerinin tercih ettiği nitelikli işçiler değil. Avrupa, kendisine büyük ümitlerle gelenleri ekonomiye ve topluma entegre etmekte zorlanırken, iş dünyası iş gücü açığı nedeniyle potansiyel büyüme düzeylerine ulaşamıyor; örneğin ABD ekonomisi kadar büyüyemiyor.
Özetle, aslında Batı Avrupa’nın iki sorunu birbirine çare olabilecek türden olduğu halde, hükümetler çareyi başka yerlerde arıyor. Akıllarına gelen en basit çözüm ise, göçmenleri sınır kapılarında durdurmak ve onları geldikleri yerlere göndermeye çalışmak. Oysaki yaptıkları beyhude bir çaba. Göç basıncı öylesine yüksek ve öylesine kuvvetli nedenlerden kaynaklanıyor ki bunu engellemek imkansız. Nijer, Nijerya, Afganistan, Yemen gibi ülkelerde doğurganlık oranları dünyanın en yüksek rakamları. Örneğin, Nijer’de bir kadın başına düşen çocuk sayısı 6’nın üzerinde. Bu rakam Batı Avrupa’da 1,5 civarında ve düşmeye devam ediyor. Başka bir deyişle, Afrika ve Asya kıtalarında belli bölgelerin nüfusu inanılmaz bir hızla artarken, Avrupa’da nüfus hem azalıyor hem de yaşlanıyor. Tabiat boşluk kabul etmez; doludan boşa doğru bir akış kaçınılmazdır.
Batı’ya göçü hızlandıran bir diğer etken ise iklim krizi ve siyasi ile askeri çatışmalar. Afganistan, Yemen, Nijer ve Suriye gibi ülkelerde insanlar isteseler de yaşayamıyorlar. Rakip grupların ve çoğu kez kendi devlet güçlerinin saldırılarından ve insan hakları ihlallerinden kaçan milyonlarca insan, hayatlarını ve sevdiklerinin hayatlarını kurtarabilmek için Avrupa’ya doğru kaçıyorlar. Yani bu insanların Avrupa’ya göçleri bir ölüm kalım meselesi, bir tercih değil. Bu nedenle onları kimse durduramaz. Ölümü göze almış, ölümden kaçan milyonların önüne kim geçerse bundan zarar görür.
Afrika ve Asya’dan Avrupa’ya göçün üçüncü nedeni ise ekonomik nedenler ve gelecek kaygısı. Fakir ve sefil yaşayan insanlar, çocuklarının aynı kaderi paylaşmasını istemiyorlar. Ülkelerinde iş ve zenginleşme imkanı görmedikleri için, canları pahasına ailelerinin geleceğini kurtarmak istiyorlar. Bu, insani olduğu kadar güçlü de bir duygu. Böylesine kuvvetli bir duyguyu sadece polisiye önlemlerle engelleyebilmek olası değil.
Dert İçinde Saklı Reçete
Yazının girişinde bahsedildiği gibi, Avrupa’nın insan açığı sorununu çözecek çare bu göçlerde yatıyor. Avrupa’nın insana ihtiyacı var ama diğer taraftan kendisine koşan milyonları itmeye çalışıyor. Bunun nedeni göçü yönetememek. Avrupa hükümetleri yeni gelenleri ekonomiye hızlı bir şekilde dahil edemiyor. Ne göçmenlerin çalışmasına izin veriyorlar ne de onları hızlı bir şekilde ülkelerine gönderebiliyorlar. ABD’deki süreçlerin tersine, göçmenler en verimli olacakları ilk yıllarında yetersiz devlet yardımları verilerek köreltiliyor, enerjileri bitiriliyor. Devlet yardımlarıyla asalaklaştırılan ve arafta bırakılan göçmenler, ekonomiye ve topluma ideal hızda adapte olamıyorlar. Oysa ki ABD’de, Amerika topraklarına adım atan göçmen çalışmaya ve topluma girmeye başlıyor. Uyum süreci çok daha hızlı ve etkili çalışıyor. Bunun sırrı doğallıkta. Denize düşen yüzmeyi öğrenmek zorunda kalıyor. Batı Avrupa hükümetleri ise göçmenleri ilk birkaç yıl toplumdan ve ekonomiden uzaklaştırarak doğal entegrasyon süreçlerini baltalıyor, kendisi de bunun yerine etkili bir yöntem koyamıyor.
Bu nedenler sonucunda göç, Avrupa’nın en büyük sorunu haline geldi. Göçmenlere yapılan ekonomik yardımlar ve büyük çoğunluğunun işsiz kalması tepki çekiyor. Topluma entegre olamamış ve bazı örneklerde suç batağına çekilmiş göçmenler, ‘günah keçisi’ne dönüşüyor. Özellikle aşırı sağ-ırkçı parti ve gruplar her şeyin sorumlusu olarak göçmenleri görüyor ve gösteriyorlar. Göç sorunu halledilemedikçe Avrupa’nın toplumsal ve siyasi çehresi bozuluyor, aşırılık tehlikeli boyutlara ulaşıyor.
Göç Avrupa’yı korkutuyor, Avrupa sonunun Roma gibi olmasından endişeleniyor. Bilindiği üzere Roma’yı yıkan kuzeyden ve doğudan gelen karşı konulmaz göç dalgalarıydı. Bu kez “tehlike” güneyden ve doğudan geliyor. Roma İmparatorluğu, özellikle Cermen kabilelerinin ve Hunların baskılarıyla zayıflamıştı. Bu göçmen halklar, Roma’nın sınırlarına sürekli saldırılar düzenleyerek imparatorluğun askeri ve ekonomik kaynaklarını tüketmişti. Aynı zamanda, göçmenlerin kültürel ve sosyal yapıları Roma’nın şehir yaşamına ve ekonomik sistemine uyum sağlamada zorluk çekti. Göç dalgaları, Roma’nın yönetim yapısını ve toplumsal düzenini derinden sarsarak merkezi otoritenin zayıflamasına neden oldu. Bugün de benzer bir endişe Avrupa’yı sarıyor; göçmenlerin entegrasyon sürecindeki zorluklar, ekonomik baskılar ve toplumsal değişim korkuları, Avrupa’nın geleceği konusunda belirsizlik yaratıyor. Avrupa, tarihi dersleri göz önünde bulundurarak göçü yönetme ve entegrasyonu sağlama konusunda daha etkin stratejiler geliştirmedikçe, bu korkuların gerçeğe dönüşme riskiyle karşı karşıya kalabilir.
Avrupa Kolay Yanlış Yolu Seçiyor
Ne yazık ki Avrupa hükümetleri bu sorundan korktukları kadar çare üretmekte mahir değiller. Ulusal hükümetler gibi Avrupa Birliği de çözümü kolaycılıkta ve son derece tehlikeli reçetelerde arıyor. Göçü durduramayacağını anlayan AB, Akdeniz ve Afrika’daki otoriter ve çoğu kez yozlaşmış devletlerle anlaşarak onlara Avrupa’nın bekçiliği ödevini veriyor. Tunus’la, Mısır’la, Lübnan ve Türkiye ile anlaşmalar yapıldı bile. Afrika’da birçok devletle benzer işbirliğine gidildi. Anlaşma basit: Bu devletler kendilerine gelen kaçak göçmenlerin Avrupa’ya geçişine izin vermiyorlar ve en sert polisiye önlemlerle onları engelliyorlar. AB, bu yardımların karşılığında geçiş ülkelerine milyarlarca dolar ve siyasi meşruiyet kazandırıyor.
Avrupa Birliği en son Mısır’la anlaşmaya vardı ve batık vaziyetteki Mısır’a milyarlarca dolarlık hibe ve kredi sağlandı. Daha önemlisi, darbeyle işbaşına gelen ve iç siyasette meşruiyet krizi yaşayan Sisi’ye tam destek verildi. Bu destek, Mısır’ın bölgedeki otoritesini güçlendirdi ve Sisi’nin uluslararası arenada daha fazla kabul görmesini sağladı.
Kendisini demokrasinin ve insan haklarının baş savunucusu olarak takdim eden Avrupa Birliği’nin mültecileri engellemek için diktatörlükleri desteklemesi açık bir çelişki. Ek olarak, AB’nin verdiği görev ve cesaretlendirme ile birlikte bu ülkeler, mültecileri engelleyebilmek için hukuk kurallarını zorlayarak önlemler alıyorlar, ağır insan hakları ihlallerine neden oluyorlar.
Türkiye bu konuda iyi bir örnek; AB, yıllardır Erdoğan rejimine milyarlarca euro akıttı ve bu paralar ağırlıklı olarak bütçe açığının kapatılmasına veya rejime yakın kişilere verilen ihalelere gitti. Türkiye, bunun karşılığında kendisine gelen mültecilerin Avrupa’ya geçişine izin vermedi, sınır kontrollerini sertleştirdi. AB, bu modelden memnun görünüyor çünkü 2015’ten bu yana Türkiye üzerinden AB’ye göçlerde ciddi bir azalma var. Diğer taraftan, Türkiye’de sıkışıp kalan mülteciler ciddi ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşuyorlar.
Türkiye sınırlarında kontrollerin artması, göçmenleri Avrupa hayalinden vazgeçirmiş de değil; sadece süre uzuyor, masraflar artıyor. Türkiye sınırlarındaki kontrolleri sertleştirdiği için kaçak yollarla geçiş ücretleri arttı ve yolculuklar daha ölümcül hale geldi. Avrupa’ya kaçış öylesine pahalı ki bazı üst düzey yetkililer bile bu işe girdi.
Kağıt üzerinde Türkiye üzerinden göçler azalmış gibi görünse de gerçek tam olarak böyle değil. Göçmenler farklı kanallarla Avrupa’ya yine ulaşıyorlar. Nitekim Batı Avrupa’da kaçak göçmen sayısı azalmıyor, artıyor.
Erdoğan Kapıları Kapattı, Türkler Bacadan Kaçtı
Erdoğan rejimi ile kirli bir anlaşma yapan AB, bu sayede kaçak göçü azalttığını sandı ama Türkiye’de çöken ekonomi ve hukuk sistemi Türkleri göçmen haline getirdi. Şu anda Türkiye, “gidemeyenlerin ülkesi” haline geldi. İmkanı olan, fırsatını bulan hemen herkes bir şekilde Avrupa veya Amerika’ya göç etmek istiyor. Çünkü ülkelerinde gelecek göremiyorlar. İyi liselerin ve üniversitelerin mezunlarının tamamına yakını Türkiye’de kalmıyor. Türkiye’den Avrupa’ya göç baskısı öylesine arttı ki AB ülkeleri Türk vatandaşlarına turist vizesi vermekten bile kaçınıyor. Oysa ki 2015 öncesinde Türkiye ile AB “vize muafiyeti”ni konuşuyorlardı. Başka bir ifade ile AB’nin Afrika ve Asya’dan gelen göçü durdursun diye anlaştığı Erdoğan rejimi, Türkiye’yi hukuksuz ve başarısız siyasetiyle göç kaynağı önemli bir ülke haline getirdi. Gidişat durdurulamazsa, Türkiye’den Avrupa’ya her yıl yüzbinlerce insan akmaya devam edecek ve Asya’dan Afrika’dan gelen göçmen akını da buna eklenecek.
Doktor Faust ve Mefistofeles
AB’nin kısa vadeli çıkarlar için otoriter, hatta diktatör rejimlerle para karşılığı anlaşması, Doktor Faust’un Mefistofeles ile anlaştığı hikayeyi hatırlatıyor. Mefistofeles, Goethe’nin ünlü eserinde Faust’u büyücülük sanatına erişim karşılığında ruhunu satmaya ikna eden şeytani bir figürdür. Büyücülük sanatı karşılığında ruhunu şeytana satan ünlü ilahiyatçı gibi, AB de göçmenleri kısa süreliğine kendisinden uzak tutabilmek uğruna ruhunu şeytana satıyor ve Avrupa’yı Avrupa yapan değerleri heba ediyor. Üstelik bu ticaret karşılığında göçü de durduramıyor. Faust’un anlaşma karşılığında büyük bedeller ödemesine neden olduğu gibi, AB’nin şu an otoriter rejimlerle yaptığı anlaşmalar da uzun vadede Avrupa’nın demokratik değerlerine ve insan haklarına zarar veriyor.
Gerçek Çözüm
Göç durdurulamaz. Afrika ve Asya ülkelerinde adeta kaynarcasına çoğalan nüfus, ekonomik ve siyasi koşullar nedeniyle Avrupa’ya akmak zorunda. Bu doğal bir akış. Böylesine kuvvetli bir akışın önünde durmaya kalkarsanız yok olursunuz. Böylesine doğal ve kuvvetli bir dalga ile baş etmenin yolu onu yok saymaktan veya durdurmaya çalışmaktan değil, onu yönetmekten geçer.
Maalesef AB, çevresine zenginlik yaymakta zorlanıyor. Bunun yerine etrafına surlar dikmeye çalışıyor. Kendisini güzel bir bahçe, duvarlarının ötesini çöl veya vahşi bir orman sanan Avrupa, çölün ortasında hiçbir bahçenin sonsuza kadar yaşayamayacağını anlamıyor. Bahçeyi, yani Avrupa’yı korumak için duvar dikmek değil, çölü ıslah etmek gerek. Bu işe ise yakınlardan, yakın çevreden başlamak gerekiyor.
Avrupa’ya akan kaçak göçü yavaşlatacak en önemli etken, Avrupa çevresinde oluşturulacak “bariyer ülkeler” olabilir. Bariyerden kastımız, göçmenleri polis ve asker zoruyla durduran ülkeler değil, iş ve yaşam imkanlarıyla göçü absorbe eden ülkeler. Türkiye, Mısır, Tunus, Lübnan, Cezayir gibi ülkelerin ekonomileri canlandırıldığında, pek çok göçmen yolculuğunu Avrupa’ya kadar uzatmayacak, bu ara ülkelerde kalmayı tercih edecektir. Bu durum, Müslüman, Arap ve Afrikalı göçmenler için özellikle böyledir. Bir Arap, Mısır’da veya Cezayir’de iş bulabilirse, hayat kurabilirse elbette bu ülkelerde yaşamayı tercih eder ve kendisine çok yabancı sayılan Londra’ya kadar yolculuğunu uzatmaz. Özellikle Türkiye sanayisi, küçük desteklerle milyonlarca göçmeni beslemeye yetecek bir kapasiteye sahip.
Avrupa’nın çevresinde oluşacak bir ekonomik kalkınma halkası, öncelikle bu ülkelerden Avrupa’ya göçü yavaşlatır, ikinci olarak Afganistan, Yemen, Nijer gibi ülkelerden Avrupa’ya göçü azaltır.
Göçü durdurmanın yolu ekonomi mi? Hayır, sadece ekonomik iyileşme ile göçü durduramazsınız. Göçün en önemli nedenlerinin başında siyasi baskılar, insan hakları ihlalleri ve savaşlar geliyor. AB, otokratik rejimleri destekleyerek bu nedeni daha da güçlendiriyor. Türkiye örneğine bakıldığında, Erdoğan rejiminin son 7-8 yılda pervasızca işlediği hak ihlallerinde AB politikalarının büyük rolü oldu. Erdoğan rejimini AB ayakta tuttu…
Göç Durdurulabilir Mi?
AB’nin etrafında, özellikle Akdeniz kıyılarında demokrasi ve ekonomik kalkınma halkası oluşturulması, mümkünse bu halkanın gerisinde ikinci bir kalkınma ve demokrasi çizgisi kurulması hayati önemdedir. Bu hatlar, göçü azaltacak ve yavaşlatacaktır. Ancak, tüm bunları yapsanız dahi göçü tamamen durduramazsınız. Çünkü ortada doğal dinamikler var. Afrika’dan ve Asya’dan göç en az 50 yıl, belki 100 yıl boyunca sürecek. Göçün Avrupa için pek çok risk içerdiğini söylemiştik; lakin yönetmeyi başarabilirse AB’nin göçten elde edeceği pek çok yarar da mevcut. Alınacak basit önlemler ve yapılacak nispeten küçük yatırımlarla göç, Avrupa’ya beklemediği katkıları sağlayabilir. Örneğin, Türkiye’den Fas’a kadar Akdeniz kıyılarında ve Afrika’da Sahel çizgisi boyunca açılacak Almanca ve İngilizce eğitim veren meslek okulları, gelecekte Avrupa kapılarını çalacak göçmenlerin çok daha nitelikli ve entegrasyona hazır olmasını sağlayacaktır. Bu, akla gelen projelerden sadece biridir. Bu hususta akıl yürütülürse başka ‘harika çözümler’ de bulunabilir.