Council on Foreign Relations isimli düşünce kuruluşunda araştırmacı olarak çalışan Zhongyuan Zoe Liu’nun Foreign Affairs dergisinin 6 Ağustos 2024’te yayımlanan, Çin’in iflas etmekte olan mevcut ekonomik modelini kapsamlı bir şekilde ele aldığı “Çin’in Gerçek Ekonomik Krizi” başlıklı makalesi oldukça ilgi uyandırdı. Liu’nun makalesi, pek çok konuyu derinlemesine ele alıyor ve aslında gelişmekte olan ülkeler için de önemli uyarılar içeriyor. Son yıllarda Ankara’da bazı çevreler tarafından dile getirilen “Çin’e yakınlaşma” veya “Çin’i örnek alma” düşünceleri, bir arayıştan ziyade radikal bir yol ayrımını andırıyor. Türkiye’yi NATO’nun, AB üyelik sürecinin geçmişte kalacağı, Çin-Rusya-İran üçlüsüne yakın bir gelecek mi bekliyor?
Çin’in Ekonomik Modelinin Başarısızlığı
Çin’in üretim odaklı ekonomik politikası, 1980’lerden itibaren ülkeye hızlı bir büyüme ivmesi kazandırdı. Hatta bir dönem “Çin rüyası” konuşulur oldu, ancak bu büyüme, gelinen noktada sürdürülemez yapısal dengesizlikler yaratıyor. Çin’in sanayi sektöründeki üretim kapasitesini sürekli artırma çabası, yerel ve küresel talebin çok üzerinde mal üretilmesine yol açıyor. Özellikle çelik endüstrisindeki aşırı üretim, 2010’lu yılların sonunda ABD ile ticaret savaşlarının kıvılcımlarından biri oldu. Çin’in damping uygulamaları ve düşük fiyat politikaları, ABD ve AB’nin yüksek gümrük vergileriyle karşılık vermesine neden oldu. Son yıllarda ise bu politikalar, elektrikli araç sektöründe de benzer bir etki yarattı. Batı’da ticari korumacılık artarken, içinde bulunduğumuz zaman diliminde küresel ticaret daha kırılgan hale geldi. Pandemi sonrası arz zincirlerinde yaşanan kırılmalar, artan jeopolitik gerilimler, Ukrayna-Rusya savaşı ve karşılıklı duyurulan ekonomik yaptırımların yarattığı zararlar henüz telafi edilememişken, Çin’in üretim ve pazar stratejilerinin tetiklediği ticaret savaşları, küresel ticarette yeni kırılmalara neden oluyor.
Bu üretim çılgınlığı, Çin yönetiminin ısrarcı politikalarından kaynaklanıyor. Devletin ekonomiye bu şekilde doğrudan müdahalesiyle üretimin artırılması, halkın refahını ve yaşam standartlarını ikinci plana itiyor. Devletin üretime yaptığı yoğun yatırımlar, bireysel refahı göz ardı ederek halkın tüketim gücünü sınırlayan bir sistem yarattı. Bu sistem ise üretime daha sıkı sarılmaktan başka bir çözüm yolu görmüyor. Liberal ekonomilerde devletin müdahalesi daha sınırlı olup, bireysel tüketim gücü ve yaşam kalitesi ekonominin merkezinde yer alır. Aksi halde devletin müdahalesi arttıkça bireylerin tüketim gücü azalır ve refah düzeyinin düşmesi toplumsal memnuniyetsizliğe yol açar. Bu durum, uzun vadede sosyal krizleri tetikleyebilir.
Üretim modeli, Çin yönetiminin katı ve baskıcı politikaları ile birleşince yerel yönetimlerin omzuna Mao’nun Kültür Devrimi’ni andıran ağır yükler biniyor. Yerel yönetimlerin aşırı borçlanma yoluyla büyümeyi finanse etmesi, Çin’de ciddi bir borç krizini tetikledi. Yerel yöneticiler, merkezi hükümetin baskısı altında sanayi projelerine yoğun yatırımlar yapmış, ancak bu projelerin çoğu geri dönüş sağlamadan büyük borç yükleri yaratmıştır. Çin’in yerel yönetim borçlarının 7 trilyon ile 11 trilyon dolar arasında olduğu tahmin edilmekte ve bu borçların büyük bir kısmı ödenememe riski taşımaktadır. Bu borç yükü, yerel yönetimlerin bütçelerini sürdürülemez hale getirirken, finansal sistem üzerinde de büyük bir baskı yaratıyor.
Çin ekonomisini zorlayan bir diğer konu ise teknolojik bağımsızlık iddiası. Bu söylem, son yıllarda Çin’de popüler hale gelmiş olsa da genellikle popülist hükümetlerin kamuoyunu yönlendirmek için kullandığı bir araçtan öteye gitmiyor. Çin’in teknoloji alanındaki büyük yatırımları, yenilikten ziyade Batı’dan kopyalanan teknolojilere dayanıyor ve bu durum gerçek anlamda bağımsızlık sağlamaktan uzak. Çin’in teknoloji üretim kapasitesi düşük kaliteli ve dışa bağımlı hale gelmiş durumda. Teknolojiyi bağımsızlaştırma çabası uzun, emek ve masraflı bir süreç. Pekin yönetiminin ise acelesi var ve ekonomik durumu bu iddiasını destekleyecek şekilde kanalize olamıyor. Bu nedenle bu tarz söylemler kapsayıcı bir kalkınma politikalarına dönüşemiyor. Ayrıca yatırımlar, yenilikten ziyade siyasi elitlerin rant sağladığı projeler getiriyor. Fakat bu süreçte unutulmaması gereken şey şu ki, gerçek bağımsızlık, yerli inovasyon ve AR-GE’ye yapılan ciddi yatırımlarla mümkün olabilir.
Son olarak, Çin’in aşırı üretim ve damping politikaları, sadece ekonomik dengeleri bozmakla kalmıyor, aynı zamanda Batı’da ticari korumacılığı da körüklüyor. Tıpkı mülteci krizinin Avrupa’da siyasi sağın yükselmesine neden olması gibi, Çin’in ucuz mallarına karşı Batı’da ticari korumacılık yükselişe geçti. Bu ise yerli sanayileri koruma adı altında küresel ticaretin serbest akışını engelleyerek ekonomik izolasyona yol açıyor. Kapital her zaman kendi varlığını koruma eğilimindedir, ancak küresel düzende artan memnuniyetsizlik ekonomik işbirliğini zorlaştıracak gibi görünüyor. Şimdiden bazı firmaların Çin’den üretimlerini Vietnam, Hindistan gibi ülkelere kaydırdığı biliniyor. “Dünyanın fabrikası” olarak adlandırılan Çin’in geleceği, bu gelişmelere bakıldığında belirsiz bir noktaya doğru ilerliyor.
Türkiye’nin Çin’in Ekonomik Modelinden Çıkarabileceği Dersler
Ankara, son yıllarda Çin’in ekonomik modeline özenen bazı çevrelerin etkisi altında kalmış olsa da, Çin’in ekonomik stratejisinin başarısız yönlerini dikkate alarak mevcut Batı odaklı tercihini sürdürmesi milli menfaatine uygun bir stratejidir. Çin’in büyüme modeli kısa vadede hızlı büyüme sağladıysa da, uzun vadede yapısal dengesizlikler, borç yükü ve sürdürülemez bir ekonomi yarattı. Türkiye, bu modeli taklit etmek yerine Batı ile olan ilişkilerini daha da güçlendirerek demokratik, şeffaf ve sürdürülebilir bir kalkınma modeli ile yoluna devam etmelidir.
Çin’in üretim odaklı politikası, Batı ile ticaret savaşlarına yol açarak küresel ticaretin dengesini bozdu. Aşırı üretim nedeniyle küresel piyasalarda fiyatlar düştü ve bu durum ticari korumacılığı artırdı. Türkiye’nin, benzer bir üretim patlaması yaşamadan dengeli bir ekonomik büyüme stratejisini sürdürmesi gerekmektedir. Bu iç pazar için oldukça önemli bir konu. Dış politikada ise Türkiye’nin Batı pazarlarıyla olan ilişkileri istikrarlı bir ekonomi için hayati önem taşımakta. Batı ile entegre bir ekonomi, Türkiye’yi daha rekabetçi ve istikrarlı bir pazar haline getirecektir.
Türkiye, Çin gibi devletin ağır müdahale ettiği bir ekonomik modelden uzak durmalıdır. Çin’de devletin üretime yaptığı aşırı yatırımlar halkın refahını gölgede bırakırken, Türkiye’nin bireysel refahı ve tüketimi göz önünde bulunduran bir büyüme modeline olan bağlılığı korunmalıdır. Batı’daki liberal ekonomilerde bireylerin tüketim gücü ve yaşam standartları ön planda tutulur. Bu modelin Türkiye için doğru olduğu açıktır ve bu tercihten sapmanın, uzun vadede ekonomik ve toplumsal istikrarsızlıklara neden olması kaçınılmazdır.
Bir diğer önemli ders, Çin’in teknolojik bağımsızlık iddiasının popülist bir söylemden öteye geçemediğidir. Çin, teknolojik yatırımlarını büyük oranda Batı’dan kopyalayarak sağlıyor ve bu durum değişmedikçe bağımsızlık söylemleri en ufak bir krizde patlayabilecek bir balon gibi duruyor. Çünkü yerli teknolojilerin geliştirilmesinin uzun zaman, uzman ekip ve büyük masraflarla mümkün olduğu somut bir gerçekken, kısa vadede politik menfaatler elde etmek isteyen bazı yönetimler ve elitler bir rant mekanizması üzerinden ithal teknolojileri yerel markalamalarla yerlileştirme görünümüne yöneliyor. Türkiye’nin de bu tür bir tuzağa düşmemesi, özellikle stratejik ihtiyaçları için teknoloji alanında gerçek anlamda yerli inovasyona ve AR-GE yatırımlarına ağırlık vermesi kritik bir öneme sahip. Bu nedenle Türkiye, Batı’nın yüksek teknoloji ve AR-GE tecrübelerinden faydalanarak güçlü bir inovasyon kapasitesi oluşturmalıdır. Teknolojik bağımsızlık, yüzeysel söylemlerle değil, işbirliği içinde geliştirilecek stratejik adımlarla sağlanabilir.
Çin’in damping politikaları ve aşırı üretimi Batı’da ticari korumacılığı yükselttiği bir ortamda, Türkiye bu tür çatışmalardan kaçınarak dengeli bir dış ticaret politikası sürdürmelidir. Ankara, ekonomik ilişkilerinin en yoğun olduğu AB ülkeleri ve Batı ile güçlü ticari bağlarını korumalı ve küresel ticaretin serbest akışını engelleyen politikalar yerine işbirliğini artıran bir strateji izlemeye devam etmeli. Bununla birlikte üçüncü taraflarla işbirliğini sağlamalı, Türk pazarını güçlendirmeli ve ticari dengesizlikleri, örneğin Çin ile olduğu gibi, ortadan kaldıracak adımlar atmalıdır.
Batı, Türkiye için sadece ekonomik büyüme değil, aynı zamanda demokratik standartlar ve hukukun üstünlüğü gibi değerlere dayalı bir model sunmakta. Bu nedenle Türkiye’nin AB ile uyum sürecini sürdürmesi, hem siyasi hem de ekonomik istikrar için kritik bir adımdır. Çin’in otoriter yönetim tarzı ve ekonomik modelinin sunduğu kısa vadeli çözümler, Türkiye’nin uzun vadeli hedefleriyle örtüşmemektedir. Türkiye’nin geleceği, Batı ile uyumlu, sürdürülebilir ve rekabetçi bir ekonomi modeli benimsemesinde yatmaktadır.
Yerli Teknolojinin Milli Güvenlikteki Rolü ve Çin’in Casusluk Faaliyetleri
Geçtiğimiz günlerde İsrail, Hizbullah’ın iletişim ağlarını hedef alan dikkat çekici bir operasyona imza attı. İsrail, Hizbullah’ın tedarik zincirine sızarak örgütün satın aldığı çağrı cihazlarına patlayıcılar yerleştirdi. Bir süre bekledikten sonra, yaklaşık üç bin kadar cihaz aynı anda patlayarak örgütün binlerce üyesini etkisiz hale getirdi. Bu operasyon, dijital altyapıların ve teknolojik sistemlerin ne kadar kritik olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Günümüzde, teknolojik altyapılar sadece ekonomik kalkınmanın değil, aynı zamanda milli güvenliğin en önemli unsurlarından biri haline gelmiştir. Yerli teknoloji altyapısı, sadece dış tehditlerden korunmak için değil, aynı zamanda ülke içindeki kritik sistemlerin bağımsızlığını sağlamak adına da vazgeçilmezdir. Bu nedenle, Türkiye’nin kendi teknolojik altyapısını güçlendirmesi, dış müdahalelere ve casusluk faaliyetlerine karşı direncini artıracaktır.
Teknolojik casusluk, günümüzde uluslararası ilişkilerin ve ticaretin en tehlikeli unsurlarından biri haline gelmiştir. Çin, son yıllarda özellikle teknoloji alanındaki casusluk faaliyetleriyle dünya gündeminde sıklıkla yer alıyor. Çin’in siber saldırılarının uluslararası alanda görülür olmaya başladığı 2010’lu yıllarda eski FBI Direktörü Robert Mueller yaptığı bir konuşmada “Dünyada iki tür şirket var: Saldırıya uğrayan şirketler ve saldırıya uğradıklarının farkında olmayan şirketler” cümlesiyle bu duruma dikkat çekti.
Çin ile ilgili iddialar özel sektörle sınırlı da kalmadı. Çinli şirketlerin Batı’daki kritik altyapılara sızarak veri topladığı ve bu bilgileri hükümete aktardığına dair pek çok somut veri bulunmakta. Bu casusluk faaliyetleri, yalnızca ticari sırların çalınmasıyla sınırlı kalmıyor, aynı zamanda ulusal güvenliği tehdit eden bilgilerin de ele geçirilmesine neden oluyor. Örneğin, ABD’nin Huawei gibi Çinli teknoloji devlerini devletin iletişim altyapısından dışlaması, Batı ülkelerinin de benzer önlemler almasına yol açtı. Bu gelişmeler, teknolojik bağımsızlığın ve yerli altyapının ne kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Türkiye de bu tür dış tehditlere karşı yerli teknolojiye yatırım yapmalı ve Çin gibi dış kaynaklı şirketlerin kritik altyapılara müdahalesini sınırlamalıdır.
Türkiye’de Çin’in teknoloji alanında yaptığı yatırımlar ve projeler de dikkat çekiyor. Özellikle FATİH Projesi, Türkiye’nin eğitimde dijital dönüşüm hedefini gerçekleştirmek için başlattığı dev bir proje. Ancak bu proje kapsamında kullanılan teknolojik altyapının önemli bir kısmı Çinli şirketler tarafından sağlandı. Bu durum, Çin’in Türkiye’deki kritik iletişim ve eğitim sistemlerine erişim sağlamasına yol açabileceği için milli güvenlik açısından büyük bir risk teşkil etmekte. Yalnızca FATİH Projesi değil, aynı zamanda Çin’in Türkiye’de gerçekleştirdiği diğer büyük yatırımlar da dikkate alındığında, yerli teknolojinin ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin dışa bağımlılığı azaltarak kendi teknolojisini geliştirmesi, sadece ekonomik açıdan değil, milli güvenlik açısından da kritik bir adımdır.