Katrina Kasırgası’nın New Orleans’ı vurduğu gün yaşlı Daisy Williams hastane odasındaki yatağında yanında kızı Caroline da vardı. Daisy, kızından ömürlük dostu Benjamin Button’ın günlüğünü yüksek sesle okumasını istedi. Benjamin’in sıra dışı bir yaşam öyküsü vardı. Şöyle ki, Birinci Dünya Savaşı sırasında saatçilik yapan bir adam oğlunu savaşta kaybediyor. Görme engelli olan bu saatçi, tren istasyonu için imal ettiği bir saati geriye doğru işleyecek şekilde ayarlıyor. Hayalindeki şey, bu yolla savaşa gidenlerin bir ihtimal geri dönmelerini sağlamak. Ancak saat başka bir mucize yaratıyor. Savaşın sona erdiği gün dünyaya gelen Benjamin Button adındaki bebek, hayatını tersten yaşamaya başlıyor. Benjamin dünyaya geldiğinde 80 yaşlarında; buruşuk derisi, halsiz vücuduyla bebek görünümlü bir ihtiyardı. Yıllar geçtikçe Benjamin gençleşti ve en nihayetinde bir bebeğin cildi, vücudu ve aklıyla dünyaya veda etti.
Senaryosu ilginç olduğu kadar karmaşık… Kendinizi filme vermezseniz konusunu bile anlamakta zorlanabilirsiniz. “Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi” Türkiye’nin son 25 yılını hatırlatıyor, yani kendinizi vermezseniz Türkiye’nin tuhaf hikayesini anlamakta da zorlanabilirsiniz.
***
Bir imparatorluğun külleri üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, 1923’den itibaren Batılılaşmayı nihai bir hedef olarak belirledi ve zaman içinde Batı’daki tüm kurumlara üye olmayı dış politikasının merkezine yerleştirdi. NATO kurulunca hemen başvuran İsmet İnönü’nün, “Batı’da boş havuz bulursan hemen içine atla” dediği rivayet edilir. Bu, dönemin ruhunu iyi betimleyen bir örnek. Nitekim öyle de yaptı. İleride solcu bir partiye dönüşecek olan CHP iktidarında Türkiye, NATO’ya başvurdu. Batı dünyası Türkiye’yi hala “Doğulu” gördüğü için bu başvuruya uzun süre isteksiz kaldı ancak Türkiye kararlıydı, NATO’ya girebilmek için binlerce kilometre uzaktaki Kore Savaşı’na katıldı, çok sayıda askerini o savaşta şehit verdi. CHP’nin başlattığı süreci Demokrat Parti tamamladı ve Türkiye 1952’de NATO’nun üyesi oldu.
NATO üyeliği hayatidir, çünkü Batı ailesinin savunma örgütüdür. Bir topluluğun savunmasına katılıyorsanız o topluluğun en has üyelerinden birisiniz demektir. Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinde bir saik Batılı olma arzusu ise diğer, ve belki de daha önemli, güdüsü Sovyet Rusya’dan korunma ihtiyacıdır. Stalin, İkinci Dünya Savaşı sırasında ve hemen sonrasında Türkiye’nin Boğazlar bölgesini ve Doğu illerini işgal edebilmek için elinden geleni yaptı. Sovyetler Birliği’nin olası bir saldırısı karşısında Türkiye’nin kendini savunabilmesi mümkün değildi. Bu nedenle Ankara hükümetleri Amerikan güvenlik şemsiyesi altına girmeyi en önemli ulusal çıkarları gördüler. İnönü ile başlayan bu anlayış AK Parti hükümetlerine kadar kırılmadan sürdü. 1964 Johnson Mektubu ve genel olarak Kıbrıs Krizi gibi güven sarsıcı olaylar dahi Türkiye’nin NATO üyeliğini tartışmalı hale getiremedi. Süleyman Demirel zamanında Türkiye, bazı ABD üslerini kapattı; Amerika, Türkiye’ye silah ambargosu uyguladı. Ancak Türkiye her daim NATO’nun en sadık ve kararlı üyelerinden oldu. Ankara’nın NATO’ya bakışı hem güvenlik hem de medeniyet tercihlerini yansıtıyordu.
Türkiye, Soğuk Savaş yılları boyunca başta Avrupa Birliği’nden (AET ve devamında AB) AGİT’e, UEFA’dan Eurovision’a kadar tüm pan-avrupa platformlarında yer almaya çalıştı. Avrupa Birliği’ne üye olmak Türkiye için sadece ekonomi ve siyaset meselesi değil, medeniyet tercihiydi. Türkiye “Avrupalı” yani “Batılı” bir ülkeydi. Bu bağlamda Türkiye’yi Asya’da gösteren gazete ve televizyonlara sitem edildi, açıklayıcı metin gönderildi. Türkiye, Avrupalılığını kimliğinin merkezine yerleştiriyordu.
2005-2006 yıllarına gelindiğinde Türkiye, ekonomiden toplumsal yaşama hayatın pek çok alanında ideal/örnek Müslüman ülke olarak gösterilmeye başlandı. Bu 2002 seçimleriyle iktidara gelen AK partinin kısa sürede elde ettiği politik bir başarıydı. Türkiye, bölgesinde “güvenlik üreten” bir ülkeydi; çatışmaları yatıştırmaya çalışıyordu ve komşularıyla savaş aramıyordu. Kıbrıs istisnası bir yana bırakılacak olur ise Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye, komşularının iç işlerine karışmayan ve sorunlarının çözümünde silah kullanmayan bir ülke oldu. İçeride yaşanan birkaç askeri darbe sayılmazsa ülkedeki siyasi rejimin devamlı ve ekonomi açısından da nispeten istikrarlı olduğu söylenebilir. Kısa sürede elde edilen bu başarının nedenini bilmek için 2002 seçimlerinin kazananı AK partiyi tanımak gerekiyor. Bunun için de bir yıl daha geriye gitmeli ve partinin kuruluş sürecine bakmalıyız.
AK PARTİ KURULUYOR: BATICI, AVRUPACI, AMERİKANCI BİR PARTİ
14 Ağustos 2001’de AK Parti kurulduğunda, partiye sol cenahtan yapılan en önemli eleştiri kapitalist, Amerikancı, Batıcı ve Avrupacı oluşuydu. Partinin kurucuları ağırlıklı olarak İslamcı Fazilet Partisi’nden kopmuş, Necmettin Erbakan’ın eski öğrencileriydi ama partinin önde gelenleri değiştiklerini iddia ediyorlardı. Özellikle Recep Tayyip Erdoğan, “Milli görüş gömleğini çıkardığını, demokrat gömleğini giydiğini” söylüyordu. Parti kurulmadan önce yapılan ABD ve Avrupa ziyaretlerinde gerekli icazetlerin alındığı da söylendi. Hatta sonraki yıllarda bazı yazar ve siyasetçiler Türkiye’nin yeni başbakanı olması için kendilerine teklifte bulunulduğunu, ancak sunulan şartları ağır buldukları için teklifi reddettiklerini söylediler. Ama Erdoğan teklifi kabul etmişti. Bu söylentilerin doğruluk kısmı tartışmalı olsa da AK Parti’nin ilk yıllarında Erdoğan Vaşington’la, Brüksel’le ve hatta İsrail lehine çalışan lobiler ile iyi ilişkilere sahip oldu. İsrail’in Ankara Büyükelçisi Pinhas Avivi 2005 yılında yaptığı bir açıklamada “Türkiye-İsrail ilişkilerinin tarihi zirvesinde olduğunu” söylüyor ve Erdoğan Hükümetini övüyordu. O yıllarda Almanlar Erdoğan’ı “yılın siyasetçisi” seçtiler. Erdoğan ve partinin diğer ileri gelenlerine göre Türkiye birkaç yıl içinde Avrupa Birliği’ne tam üye olacaktı. Türkiye ile Batı’nın uyumu zirvedeydi. O ana kadar tek pürüz Irak Savaşı sırasında çıkmıştı ve onun da sorumlusu Erdoğan değildi. Erdoğan, Irak’ın işgali için ABD’ye söz vermesine rağmen partinin İslamcıları buna engel oldu ve bu durum, iki ülke arasındaki ilişkilerde bazı sorunlara yol açtı. Erdoğan buna rağmen Batı’dan vazgeçmedi, Amerika’ya yaklaşmak için herşeyi yaptı. Bu nedenle bu yıllarda Erdoğan’ın “ABD’nin Türkiye’deki adamı olduğu” dahi söylendi. Amerikalılar “Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) uygulamaya sokmuşlar, bunun için bölgede Erdoğan’ı projenin gerçek temsilcisi” saymışlardı. O yıllarda Erdoğan bu kadar Amerikancıydı. O da geri durmadı, 2004 yılında Amerika’daki NATO zirvesinde kendisine tevdi edilen BOP eş başkanlığı görevini ilk defa kamuoyuna açıkça dile getirmişti. Hatta iktidarının ilk yıllarında Amerikalı yahudi dernekleri Erdoğan’a ödül bile verdiler.
2011 yılına kadar Erdoğan ve AK Parti’nin diğer liderleri Türkiye’de ekonomik ve siyasi liberalleşmeyi, iktidarın tüm işlerinde şeffaflaşmayı ve hesap verebilirliği, Batılılaşmayı ve modernleşmeyi savunuyorlardı. Bu sayede içeride ve dışarıda çok farklı kesimlerin tam desteğini kazandılar, demokratlarla ittifaklar kurdular. Hatta içeride otoriter ve katı devlet anlayışını savunan “Ergenekon” olarak da adlandırılan “Derin Devlet”e savaş açtılar. Bu yapıyla ilişkisi tespit edilen pek çok kudretli general ve subay gözaltına alındı ve hapsedildi. Erdoğan, kendisini Türkiye’de “derin devletle savaşın savcısı” ilan etti.
2011 yılından itibaren ise tuhaf gelişmeler yaşanmaya başlandı. Bazı uzmanlara göre dönüşümün başlangıcı 2007 genel seçimleriydi. Erdoğan’ın saati, bu tarihten sonra Benjamin Button gibi ters yönde akmaya başladı: Dışarıda, Türkiye’nin onlarca yılda kurduğu tüm ittifaklara saldırdı; devletin en yakın müttefiklerine en ağır ifadelerle hakaret etmeye, bağırıp çağırmaya başladı. İçeride liberalleşme, yasakları kaldırma ve demokratikleşme projeleri ya rafa kalktı ya da söylem düzeyinde kaldı. Adem-i merkeziyetçiliği savunan, şeffaflaşmayı vurgulayan AK Parti hızla makas değiştirirken Erdoğan da “demokrat gömleği”ni çıkarmaya başladı. Parti içi muhalefeti temizleyen Erdoğan, sanki kendisine sihirli bir değnek dokunmuşcasına dönüştü ve 180 derece değişti. Parti içinde tek adam olan Erdoğan rejim içinde de tek adama evrildi.
Bu süreçte Erdoğan’ın dostları da değişmeye başladı. Liberaller, Kürtler, Hristiyan azınlıklar, demokrat dini gruplar ve diğer liberalleşme yanlıları yerine Erdoğan’ın yeni arkadaşları kısa süre önce mücadele ettiği “Derin Devlet” unsurları oldu. Özellikle 15 Temmuz sonrasındaki süreçte Erdoğan bir yanına Devlet Bahçeli’nin MHP’sini, diğer yanına ise Doğu Perinçek’in devletteki ulusalcı/Avrasyacı kliklerini aldı. Geçmişte birbirlerine ağır hakaret eden liderler adeta kan kardeşi oldular.
İçerideki dönüşüm ilginç bir şekilde dışarıya da yansıdı. Erdoğan içeride demokrasiden ne kadar uzaklaştıysa dışarıda da Batı’dan o kadar uzaklaştı, ülkenin dümenini Doğu’ya kaydırdı. İran ve Rusya ile karşılıklı ziyaretler sıklaştı, Erdoğan Çin ile yakınlaşmaktan bahsetmeye başladı. Şu anda masasındaki BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliği gibi seçenekler Erdoğan için gittikçe daha hayati birer can simidine dönüşüyor.
Peki, neden bu değişim? Kimilerine göre sebep konjonktürel: Erdoğan 17/25 Yolsuzluk Dosyasını kendisine ve ailesine yapılmış bir darbe girişimi olarak tanımladı ve siyaseti kişiselleştirdi. Bu şartlar altında kendisine hukuki ve siyasi korumayı sadece Derin Devlet unsurları sağladı ve o da bu teklifi mecburen kabul etti. Yani bu ilişki bir “var olma” ilişkisidir ve geçici niteliktedir.
Karşıt görüşteki uzmanlara göre ise mesele bu kadar basit değil; Erdoğan bir İslamcıydı, zamanla yolsuzluklara bulaştı ve şu anki Erdoğan, İslam dünyasında sayısı hiç de az olmayan “yolsuz” İslamcılardan birisi. Kimbilir, belki de her iki açıklama da doğrudur.
ERDOĞAN NATO’DAN ÇIKAR MI?
Şu anda Türkiye’de tek karar verici Erdoğan gibi görünüyor. Erdoğan, MHP ve Perinçek grubunun görüşlerini dikkate alıyor ama temel konularda ağırlığını koruyor.
Erdoğan, son 10 yılda Türkiye’nin AB ile stratejik hedeflerini neredeyse bitirdi. AB ülkeleri içinde Türkiye’ye “güvenilebilir bir müttefik” olarak bakan yok gibi. Avrupa devletlerinin çoğu başta savunma sanayii olmak üzere pek çok alanda Ankara’ya görünür görünmez ambargolar uyguluyor. AB ile Türkiye’nin istikrarlı denebilecek tek ilişkisi göçmenlerin Türkiye’de tutulması ile ilgili yapılan anlaşma. AB, Mısır’la kurduğu düzenin bir benzerini Erdoğan Türkiyesi ile de kurdu. Zaten son 10 yılda Türkiye’ye bakışları da Mısır’a, Tunus’a vs. bakışlarıyla hemen hemen aynı.
Avrupa’da pek çok çevrede ama özellikle İngiliz muhafazakarları arasında Türkiye’yi “Doğulu bir ülke” olarak konumlandırma görüşü ağır basıyor. Bu nedenle Erdoğan’ın NATO’dan ve diğer Avrupa kurumlarından çıkma söylemleri rahatsızlık vermiyor.
Amerikalıların Türkiye’ye bakışı ise bürokrasi ile Kongre dengeleri arasında sıkışıp kalıyor. Kongre’de Türkiye karşıtı tutum belki tarihi zirvesinde. Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri bozuldukça Kongre, Türkiye’yi cezalandırması için Beyaz Saray’ı sıkıştırıyor. Şu anda Türkiye, CAATSA kanununa göre “ABD’nin düşmanı ülkelere uygulanan müeyyideler” kapsamında yaptırımlara maruz kalmış durumda.
ANKARA’DA STRATEJİK DEĞERLENDİRME AÇIĞI
Türkiye, Batı’da “Doğulu, geri kalmış dünyaya ait bir ülke” seviyesine düşmüş olsa da Ankara Balgat’ta bu düşüşü değerlendirecek devlet aklı artık yok. Eskiden Türk Dışişleri Bakanlığı, siyaset ve bürokrasi üstü bir aklı üretirdi. Şimdi ise bakanlıkta vasıfsız veya çekingen bürokratlar var. Dış politikaya gündemi olan birkaç grubun yeraltı faaliyetleriyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kişisel çıkarları karar veriyor. Bununla birlikte durum Erdoğan için bile hiç iç açıcı değil. Belki de hiç olmadığı kadar pazarlığa ve taviz vermeye açık durumda. Geçmiş deneyimler ise Batılı liderlere Erdoğan’a güvenemeyeceklerini gösteriyor.
NATO’DAN ÇIKAR MI?
Peki Erdoğan NATO’dan çıkmaya cesaret edebilir mi? Şunu söylemeliyiz ki Erdoğan’ın iç veya dış politikada çıkarları için yapamayacağı herhangi bir şey yoktur. Herşeyi araç olarak gören biri için bunda şaşılacak bir şey olmamalı. Ancak Erdoğan, NATO’yu çok kıymetli bir koz olarak görüyor ve Batı’nın blöfünü görmesini umut ediyor. Saray danışmanları Batı’nın böyle bir riski göze alamayağını düşünüyor, Cumhurbaşkanının kulağına bunları fısıldıyorlar. Oysa ki vazgeçilmez ülke yoktur ve Türkiye mevcut krizlerde Batı güvenliğine çok az katkıda bulunuyor. Özellikle Amerikalılar, Suriye ve Irak politikalarındaki uyuşmazlıklar nedeniyle Türk Ordusuyla çatışma noktasına bile geldi. Geçen yıl Suriye’de Türk İHA’sı ABD tarafından kasıtlı olarak vuruldu. ABD, Karadeniz’de Türkiye’nin yerine Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan’ı ikame ederken Ortadoğu politikalarında Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi ve müttefik Arap ülkelerine güveniyor. Zaten mevcut durumda Türkiye, NATO’nun hiçbir politikasına güçlü bir destek vermiyor (Belki Kosova bu konuda istisnadır, ancak orada da henüz bir sıcak çatışma yok).
Erdoğan’ın NATO kozunu saha sürmesi, aslında rejimin ve Erdoğan’ın sıkışmışlığını da gösteriyor. Türkiye, dışarıda her an eksen değiştirebileceğini hissettiriyor, ancak Batı bu tehditi satın almış görünüyor, “ne yaparsan yap” havasında. Hatta NATO’nun güney kanadının sınırlarını Yunanistan’dan başlatacak şekilde askeri düzenlemeler yapıyor, üslerini kaydırıyor. Yani muhtemel kopuşa karşı önlemini alıyor. Batının bu aldırmazlığı Ankara’nın aklını karıştırmış, hatta kızdırmış durumda. Bu şartlar altında Ankara’nın tek umudu Batı ile Rusya veya başka bir ülke arasında Türkiye’nin yardımını gerektirebilecek bir krizin patlak vermesi. Türkiye’nin önemini artıracak yeni ve ani bir gelişme meydana gelmez ise Erdoğan’ın tehditlerini, restlerini kimsenin dikkate almayacağını söylemek mümkün.
BENJAMİN BUTTON’UN TUHAF SONU
AK Parti ve Erdoğan’ın 2001’den bugüne geriye doğru gittiğini söylemiştik. Demokrat, liberal ve Batıcı bir duruştan otokrat, baskıcı ve Batı-karşıtı bir çizgiye uzanan garip bir yolculuk. Artık hiç kimse Türkiye’den Müslüman dünyanın örnek ülkesi olarak bahsetmiyor. Peki bu yolculuk daha ne kadar sürecek? Kimbilir, belki de son yaşananlar Benjamin Button’ın bebekliğine dönmesi gibi bir süreçtir. Sona yaklaşmış gibiyiz. Belki de deniz bitti, bir süreç tamamlandı, yeni bir başlangıç çok yakın. Umarız böyle olur, çünkü uluslararası ilişkiler öylesine girift bir hal aldı ki böylesine fırtınalı sularda Türkiye gibi kritik bir coğrafyada yaşayan ülkelerin hiçbir tuhaflığa tahammülü bulunmuyor.