Türkiye’de Siyaset İntihar Ederken…

tarafından Azra Bulut

Siyasetin en temel tanımı, toplumların ve tabiatın karşılaştığı sorunların çözülmesi süreci olarak ifade edilebilir. Kuşkusuz, bu tanıma farklılık ve genişlik kazandıracak birçok ifade eklenebilir. Ancak değişmeyen temel unsuru, siyasetin “bir çözüm üretme aracı” olarak işlev görmesidir. Eğer siyaset kurumları bu işlevlerini yitiriyorsa ölümleri mukadderdir. Geçmişten bugüne pek çok ülkede bunun örnekleri mevcut. En canlı ve yakını ise son yıllarda Türkiye’de gözlemleniyor. Kollektif bir tercihin sonucu gibi Türkiye’de siyasetin göz göre göre intiharı yaşanıyor. 

Toplumsal sorunları ve karşılaştıkları problemleri çözme konusundaki maharetleri azaldıkça, çözüm yolları tıkandıkça, siyasetçiler toksik -zehirli bir dil kullanmaya başlar. Ancak bu  dil vatandaşın hali hazırda var olan –siyasi-ekonomik, hukuki ve güvenlik endişelerine yönelik- can yakıcı sorunlarını daha da artırıyor. Ümitsizlik ve öfke toplumu sardıkça, çözüm bekleyen her bir konunun ortaya koyduğu hasar da artarak bir sonraki güne kalıyor. Bu süreçte başta iktidar olmak üzere siyaset kurumunun “iç ve dış düşmanlar” söylemi artık canı burnundaki halkın ilgisini pek çekmediği gibi her gün propagandası yapılan günah keçisi arayışı stratejileri de pek bir işe yaramıyor. Açıkçası son yılların siyasi muktedirlerinin başları sıkıştıkça başvurduklarıve önemli bir manevra alanı kazandıkları “vatan tehlikede” söylemi, var olan sorunları çözmek bir yana ülkeyi hemen hemen her alanda çözümsüzlüğe, kaosa sürüklüyor. Günün sonunda Türkiye’de siyaset çözümün merkezi olmaktan çıkarak sorunun adresi haline gelmiş durmada.

Siyaset kurumunun bizzat kendisinin sorunun adresi haline gelmesi toplumda ciddi bir kargaşaya ve arayışa yol açar. Bunun  ilk göstergesi ise siyaset kurumuna olan güvenin azalmasıdır. Mayıs 2023 seçimlerinden beri iktidar partisi 22 yıllık siyasi geçmişinde benzerine ender rastlanır düşüşlerinden birini yaşıyor. İşin tuhafı muhalefet partilerinin iktidarın kaybettiği seçmeni kendi hanelerine yazdıramıyor olmaları. Anketlerde, çoğu kamuoyu araştırmacısı gerçeği saklamaya çalışsa da (gerek soru sorma yöntemi gerekse de sonuçları manipüle etmeye çalışarak) en büyük partinin ‘hiç kimse partisi’ olduğu gerçeğini gizleyemiyor artık. Bir ülkede ‘hiç kimse partisi’ liderliği ele almışsa siyaset, iktidarı ve muhalefetiyle birlikte toplumun sorunlarına cevap veremiyor ve intihara gidiyor demektir. 

Doğaldır ki bir kurum işlemez hale gelmişse, toplumsal beklenti de artık o kurumun üzerinden çekilmişse, tarihte de çeşitli defalar şahit olunduğu üzere sürpriz değişiklikler ve yeni aktörler devreye girer. Demokrasilerde bu sonucu kaçınılmaz hale getiren koşul ise yaşanılan sorunların dayanılmaz boyutlara ulaşmasıdır. Açlık, sefalet, adaletsizlik, insan hakları ihlalleri, basın özgürlüğü, mafyalaşma, ve bürokratik kurumların ve manevi değerlerin iflası gibi tüm alanlarda yaşanan derin çöküş. Bugünün Türkiye’sinde kadraja ilk giren görüntüler sadece bunlarla sınırlı değil aynı zamanda tam bir toplumsal çürüme yaşanıyor.

Türkiye örneğini daha yakından incelediğimizde görüyoruz ki yaşanan devasa sorunlar ve bu sorunların çeşitliliği karşısında gerek iktidar gerekse muhalefet söz düellolarının ötesine geçmemekte veya çözüm arayışlarında birbirlerinde radikal bir şekilde ayrışmamaktadırlar. Yani ülkedeki kurumsal siyaset, topluma cevap vermek ve çözümler aramak yerine, halktan kopuk var olma telaşına düşmüş durmada. Dolayısıyla halkta umut ve heyecan oluşturacak projeler ortaya koymak yerine kendi çıkarlarını önceleyen gündemlerle meşgul olan siyasetçiler toplumda ciddi bir tepki ve öfke hedefi haline gelmekte emin adımlarla ilerliyorlar. Bu öfke sadece iktidar partisine değil aynı zamanda muhalefete de yönelmektedir. 

İktidarın büyük ve küçük ortağı arasındaki en büyük gündem kamudaki pasta paylaşımının kimin lehine gelişeceği yönünde. Hatta AKP’nin, ittifak ortağı MHP’nin yöneticilerinin 2022 yılında kendi gençlik örgütü Ülkü Ocakları eski başkanı Sinan Ateş’e yönelik gerçekleştirdiği suikastı engellemeyip, delilleri kayıt altına alarak ittifak ortağına karşı pazarlık kozu olarak kullanması son zamanlarda ittifak içi nüfuz mücadelesinin en bariz örneği denilebilir. Buna karşı MHP ise başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere pek çok AKP’linin karıştığı yolsuzluk dosyaları üzerinden müttefikini köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Bu vahim örnekleri arttırmak mümkün. Ülkenin yönetiminden sorumlu olanların, biçare halka çare üretmek yerine siyasi strateji olarak ürettikleri şey iktidar paylaşımında çıkarlarını maksimize etmek için ellerindeki kamu gücünü şantaj olarak kullanmalarından ibaret.

İktidar cehanındadurum bu kadar trajik iken muhalefetin bundan geri kalır bir tarafı yok. 31 Mart yerel seçimlerinde iktidara acı bir mağlubiyet yaşatan halk, muhalefeti güçlü bir şekilde destekledi. Peki, sonuç ne oldu? Seçimlerde, yaklaşık yarım asır sonra tarihindeki en yüksek oy oranına ulaşan ana muhalefet lideri ve ekibi soluğu iktidarın sarayında aldı. Bu görüşmelerin adına da ülkenin ‘normalleşmesi’ denildi. Oysaki sokakta simit satan çocuktan tarlada domates yetiştiren çiftçiye, fabrikadaki işçiden kasabadaki esnafa kadar herkes iktidarın ülkeyi bile isteye kutuplaşmaya götürdüğünü artık öğrendi. Üstelik sorunlar büyüdükçe iktidar sadece zehirli ve düşmanlaştırıcı bir dil kullanmakla kalmıyor, toplumu kamplara bölerek kendi muhiplerini izole etmeyi hedefliyor ve başta anayasa olmak üzere ülkede cari kuralları ve kanunları tanımamakta ısrar ediyor. 

Muhalefetin kendisine ümit bağlayan halkı; kanun ve kural tanımaz, sürekli hakaret eden, kutuplaşma ve gerilimin ana üreticisi olan iktidarın gemisine taşıma çabası büyük bir hayal kırıklığı yaşattı. Halkın önemli bir kesimi, iktidarı tanımak konusunda epey yol almıştı ancak muhalefetin ‘anormalleşmenin merkezinde normalleşme arama’ girişimini “tam bir oksimoron” olarak görmekte gecikmedi. Muhalefetin izaha muhtaç bu tercihiyle toplumun arayışı arasında bir örtüşme olmadığı ortada. Bundan dolayı seçimlerin üzerinden fazla bir zaman geçmemesine rağmen toplumsal muhalefetle siyasal muhalefet arasındaki makas hızla açılıyor. Halk kendi kaderini eline alma çabası içerisinde; köylü topladığı ürünleri kar edemediği için yollara döküyor, traktörlerle yolları kapatıyor. İşçiler ve bu düzen içerisinde kaybeden tüm toplum kesimleri ‘iş başa düştü’ diyerek kıpırdanma sürecine girmişe benziyorlar. Bu hareketliliğe eşlik eden en mühim bir gelişme ise geniş kitlelerdeki öfke suskunluğu. Bu kadar farklı hoşnutsuzluk belirtisinin topluca ortaya çıkmasının, Türk siyasal yaşamında pek nadir görülen türden olduğunu not etmekte yarar var.   

Derinleşen yoksulluk ve toplumsal çürüme başta olmak üzere yaşanan birçok sorunun çözüm adresi olarak mevcut siyasi aktörleri görmekten ve onlara ümit bağlamaktan her geçen gün uzaklaşan halk “hiç kimse partisine” artan bir teveccüh gösteriyor. İktidara karşı yükselen öfkenin muhalefet lehinde bir akışa yol açmaması halkın, iktidarla muhalefet arasında ‘deklare edilmemiş bir mutabakat’ olduğuna veya en azından muhalefetle iktidarın aynı çözümsüz siyaset kulvarında yol aldıklarını düşündüğünü gösteriyor. Dolayısıyla halkın yüzde kırklara yaklaşan bir kısmının mevcut siyasi partilerden ümidi kestiği ve geri kalan yüzde altmışının da mevcutların herhangi birine oy vermekle birlikte sorunlarına çözüm bulunacağına inanmadıkları verileri dikkate alındığında, Türkiye’deki kurumsal siyasetin bugünkü iş yapma biçimiyle kendi sonunu hazırladığı ve taammüden intihara sürüklendiğini söylemek hiç abartılı olmaz. İtalyan düşünür Antonio Gramsci’nin ifadesiyle “eski öldü ancak yeni henüz doğmadı”. Şu halde Türkiye’nin yakın geleceği konusunda bir projeksiyonda bulunacak olan uzmanların ülkenin ufkunda öncelikle aramaları gereken şey, taammüden intihar eden siyasetin yerine ne tür bir siyasi anlayış ve siyaset etme biçiminin geçeceği olacaktır. 

İlgili Yazılar Özel Metin

Are you sure want to unlock this post?
Unlock left : 0
Are you sure want to cancel subscription?
-
00:00
00:00
Update Required Flash plugin
-
00:00
00:00

Fatih Global, politika, diplomasi, toplum ve ekonomi üzerine derinlemesine analizler ve köşe yazıları sunar. Türkiye’nin hem iç politikasını hem de dış ilişkilerini ele alarak, ülkenin stratejik önemini vurgularken, aynı zamanda küresel meseleleri de kapsamlı bir şekilde işler. Ana odak noktamız Türkiye olmakla birlikte, uluslararası ilişkilere geniş bir bakış açısı sunmayı hedefliyoruz.

Bizi Takip Edin!