“Sadık Müttefik”ten Güvenilmez Ortağa

tarafından Ali Coban

NATO Zirvesi 9-11 Temmuz tarihleri arasında ABD’nin başkenti Washington’da yapıldı. Zirveye ev sahibi Biden’ın gafları ve yaşı ile ilgili spekülasyonlar damgasını vurduysa da NATO’nun kuruluşunun 75. yılına denk gelen zirve tarihi önemdeydi. Çin ve Rusya, İttifak’ın düşmanları olarak bir kez daha tescil edilirken Ukrayna’ya tam destek verildi. NATO üyeleri arasındaki genel havayı ise Avrupa’da yaklaşan savaş tehlikesi olumsuz etkiliyordu. ABD, orta menzilli füzelerini Almanya’ya kaydırma kararı aldı. 32 üyenin tamamına yakınına bir telaş yayıldı. Söz konusu endişeyi paylaşmayan üyeler ise Macaristan, Slovakya ve şüphesiz Türkiye idi. Türkiye’den farklı olarak Macaristan ve Slovakya, Rusya’yı ve aynı zamanda Trump’ı açıkça destekleyen ülke liderleri tarafından yönetiliyordu.

Washington’da Yalnız Bir Adam

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Washington’daki zirveye büyük umutlarla gitti. Mayıs ayında ABD Başkanı Joe Biden tarafından Beyaz Saray’da ağırlanmayı uman Erdoğan, bu arzusu Amerikalılarca son anda iptal edilince büyük hayal kırıklığı yaşamıştı. Erdoğan, şu günlerde Biden’la veya Batı’yı temsil eden güçlü bir başka isimle yan yana gelmeye müthiş ihtiyaç duyuyor. Çünkü Erdoğan iç politikada zor bir durumda. Erdoğan’ın popüler desteği azalıyor ve ülkedeki ekonomi kazanı patladı patlayacak. Türkiye’de iktidar Batı’yla pazarlığa açık. Amiyane tabirle Türkiye, Avrupa ne istiyorlarsa verebilir ve bunun için “fiyat da kırabilir”. Fakat pazarlığa kimse gelmiyor ve Türkiye’nin gelmesine de müsaade etmiyorlar. Erdoğan kızgın ve olan bitene anlam veremiyor. Geçmişte uyguladığı taktiklerin bugün işe yaramaması canını sıkıyor.

Türk basınında çıkan haberlere göre Erdoğan Washington’a beş uçakla geldi. Erdoğan’ın kendi uçağı aslında Katar Emiri’nin eski uçağı. Yani krallara layık bir uçak. Müthiş bir saltanat. Erdoğan’ın şatafatlı Washington çıkartması ile kıyaslanabilecek başka bir devlet heyeti sanırım yoktur. Belki Suudi Arabistan kralı Washington’a gelseydi, onun heyeti Erdoğan’ınkine biraz yaklaşabilirdi. Erdoğan’ın kalabalık çevresi dışında makam ve koruma araçları için bile ayrı uçak tutulmuş. Öte yandan Finlandiya Cumhurbaşkanı Alexander Stubb, tarifeli seferlerde bilet bulamadığı için İsveç Başbakanı Ulf Kristersson’la birlikte Washington’a gitmiş. İsveç heyetinin uçağı dev bir jumbo zannedilmesin. İsveç uçağı belki Türk heyetindeki bir uçağın bagaj kısmından bile daha küçük bir uçak.

Söz konusu detaylar salt magazine değeri olan bilgiler değil. Erdoğan’ın “krallar”ı andıran uçak şatafatının yanında İsveç ve Finlandiya liderlerinin aynı uçakta gelmeleri, NATO’nun ve genel olarak Batı’nın değerleri ile Erdoğan iktidarının değerlerinin ne kadar zıt uçlara kaydığını gösteriyor. Bu bir dünya görüşü meselesi. Erdoğan’a göre şatafat iktidarın ve itibarın bir göstergesi. Diğer yanda ise itibarı mütevazı duruşta ve şeffaflıkta arayan bir anlayış var. Hangisinin doğru olduğu ayrı bir konu, ancak dünyaların farklı olduğu tartışma götürmez bir gerçek.

Erdoğan, Washington’da adeta “yalnız” ve “çaresiz” bir şekilde dolaştı. Fransa, Almanya ve ABD liderleriyle üst düzey görüşmeler yapmayı, büyük fotoğraflarla kamuoyuna mesaj vermeyi hedefledi ama bu gerçekleşmedi. Ayaküstü selamlaşmalar ve birkaç cümlelik konuşmalar Türkiye’de bazı basın yayın organlarında abartılı şekilde verildi, ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan umduğunu bulamadı. Sonunda buradan bir sonuç çıkmayacağını anlayarak hafif tehditkâr açıklamalar yaptı, fakat bu da durumu değiştirmedi.

                   NATO’nun Sadık Üyesi, Uç Karakolu

Erdoğan’ın yaptığı Washington ziyaretini daha iyi anlamak için Türkiye’nin NATO tecrübesini iyi okumak gerekiyor. Türkiye, 1949 yılında kurulan NATO’nun en eski üyelerinden biri. Ankara, NATO’ya 1952’de büyük uğraşlar sonunda girdi ve o tarihten sonra İttifak’ın “en güvenilir” ve en sadık” üyesi oldu. Özellikle 1950’li yıllarda Türkiye, İttifak’ın resmi ilkelerine oldukça naif bir düzeyde inandı ve kapılarını NATO’ya sonuna kadar açtı. Bu ihtiyatsızlık ve aşırı bağlılık zaman zaman Türkiye’nin başını ağrıtsa da Erdoğan hükümetlerine kadar Türkiye, NATO’nun “en sadık müttefiki” olarak bilinmekten gurur duydu.

Soğuk Savaş boyunca başta İncirlik Hava Üssü olmak üzere Türkiye’nin dört bir tarafına yayılan ABD ve NATO üsleri Moskova’ya karşı NATO’nun en aktif ve kritik askeri merkezleriydi. NATO’nun Rusya’ya karşı Avrupa’da beklettiği nükleer bombaların yarıdan fazlası Türkiye’de konuşlandırıldı. Sovyetler Birliği topraklarının havadan gizlice izlenmesi de genelde Türkiye’den kalkan casus uçaklarla (U2 gibi) yapıldı.

          Bir İslamcının Yükselişi: Erdoğan’ın Gömlekleri

Recep Tayyip Erdoğan, İslamcı Refah Partisi’nin belediye başkanı iken çok net bir Batı ve NATO karşıtı bir siyasiydi. İslamcılığın tüm özelliklerini bünyesinde barındıran Erdoğan, aynı zamanda pragmatik ve oportünist bir siyaset maestrosu idi. İslamcı bir siyasetçi olarak yol alamayacağını hesap eden Erdoğan, İslamcılığın doğal önderi Necmettin Erbakan’a başkaldırdı ve diğer arkadaşlarıyla birlikte AK Parti’yi kurdu. Erdoğan, artık değiştiğini, “gömlek değiştirdiğini” söylüyordu. İdeoloji bir gömlek midir? Bir İslamcı, değişebilir mi? Belki değişebilir ama söz konusu olan Erdoğan ise bu soruların cevaplarını bulmak daha zordur. Çünkü Erdoğan, zamanında demokrasiyi “kullanışlı bir trene” benzetmişti, “demokrasi trenine bineriz ve varacağımız yerde ineriz” demişti. Nitekim Erdoğan’ın o günden bugüne hikayesi demokrasiyi amaç değil araç olarak gördüğünün pek çok kanıtı ile dolu.
 

                    Erdoğan’ın Hızlı Evrimi: Öze Dönüş

AK Parti’nin ilk yıllarında Türkiye’nin Batı ile ilişkileri tam anlamıyla “balayı” dönemindeydi. Almanlar, İngilizler ve birçokları Erdoğan’a hayrandı. Erdoğan Almanya’da “yılın devlet adamı” seçiliyordu ve Erdoğan da bu sevgiyi karşılıksız bırakmıyor, Türkiye’nin Batı dünyasının dürüst ve gerçek bir üyesi olduğunu söylüyordu. Bu yıllarda Türkiye’nin Batı ve İsrail ile olan ilişkileri tarihi zirve noktasına çıktı. Batılı değerlerin İslam dünyasındaki temsilcisi olan Türkiye aynı zamanda Avrupa Birliği’ne tam üyelik için müthiş bir gayret gösteriyordu. AB liderleri Türkiye’nin “aşırı istekliliğine” yanıt vermekte zorlanıyordu. Türkiye o yıllarda oradan oraya atlayan hiperaktif bir çocuk gibiydi. Parti, içeride de o kadar enerjikti; Erdoğan “Üç Y’yi ortadan kaldırmak için geldik” diyordu. Üç Y, yolsuzluğu, yoksulluğu ve yasakları temsil ediyordu. Erdoğan bazı durumlarda radikal denebilecek bir liberal retorik kullanıyordu. Ama görünen o ki sadece “kullanıyordu”.

AK Parti’ye halk desteği büyüdükçe ve Erdoğan güçlendikçe hikaye dramatik bir şekilde değişmeye başladı. Belli ki Erdoğan demokrasi treninden inme vaktinin yaklaştığını düşünüyordu. 2007’den sonra hem partideki hem de ülke içindeki iç rakiplerini birer birer elimine eden Erdoğan, Batı ile temkinli bir oyun oynamaya başladı. AB hedefi pratikte çöpe atıldı ve Batılı değerler ile uzlaşmaz uygulamalar içeride arttı. Erdoğan’ın Batılı liderlere ve genel olarak Batı politikalarına karşı sözleri ve eylemleri belli ki Erdoğan’ın içinde olmak zorunda olduğu Batı ailesinden duyduğu rahatsızlığı anlatıyordu. Erdoğan Türkiyesi, Avrupa’da istemediği bir yerdeydi.

          “Güvenilmez Ortak” Ya Da İçerideki Yabancı

Türkiye ile Avrupa’nın ve ABD’nin politikaları 2010’dan sonra hızla birbirinden ayrıldı; Erdoğan kasıtlı olarak ilişkileri değerler ve hedefler birliği olmaktan çıkardı ve bir “çıkarlar birliği”ne çevirmeye çalıştı. Bu ilişki kısaca “al gülüm, ver gülüm” ya da “alan memnun, satan memnun” ifadeleri ile açıklanabilir. Fakat buradaki “çıkarlar” da bir ülkenin ulusal çıkarları değil, bir kişinin, Erdoğan’ın şahsi çıkarlarıydı. Türkiye, Batı ile iş yapabilirdi ama bedeli karşılığında; parasını ödeyen hizmeti alırdı.

Bu anlayışın en bariz örneği mülteci sorunu oldu. 2015 yılında milyonlarca Suriyeli, Afgan ve diğer Asyalı yasadışı göçmen Avrupa sınırlarına yığılınca AB kendini, Erdoğan ile kirli bir anlaşma yapmaya mecbur hissetti. Erdoğan, göçmenleri Türkiye’de tutacaktı. Bunun karşılığında AB ise, Erdoğan ne isterse onu yapacaktı. Bazı AB liderlerinin konuşmalarından ve mimiklerinden anlaşıldığı kadarıyla bu “kirli” bir anlaşmaydı. AB siyasetçileri hiç hazzetmedikleri biriyle anlaşırken kendilerini kirletilmiş hissettiler. Bu anlaşma Türkiye ile AB arasında değil, Erdoğan ile AB arasındaydı.

Bu bağlamda Türkiye’ye milyarlarca euroluk ödeme yapıldı. AB ilk başlarda gönderilen paraların mültecilere proje bazlı ve yasal süreçlerle ödenmesi gerektiğini söyledi. Ancak Erdoğan buna direndi ve AB’den gelen fonlar paravan şirketler ve aracılar yoluyla bambaşka mecralara akmaya başladı. AB, olan biteni anlamıyor, direniyordu. Ancak ipler Erdoğan’ın elindeydi, sınır kapılarında kontroller gevşetilince AB, nasıl biriyle karşı karşıya olduğunu anladı. Erdoğan kimseye hesap vermek istemiyordu. O istediğini alırdı ve AB’ye de hesap verecek değildi.

Erdoğan iktidarı, adım adım otoriterleşmesine rağmen AB, Erdoğan’ı görmezden gelmek zorunda kaldı ve onu meşrulaştırdı. Bu durum Ankara’yı daha da pervasızlaştırdı ve Erdoğan, AB’den gelen nakit akışı yavaşlayınca AB’yi ve Avrupalı liderleri azarlamaktan, yerden yere vurmaktan, hatta tehdit etmekten çekinmedi. Erdoğan, AB’yi “sömürgeci”, “Haçlı” gibi ifadelerle nitelendirmeye başladı. Erdoğan’ın AB ve ABD hakkında yaptığı konuşmalar iyi analiz edilir ise tanımların ancak bir “düşman” ülke veya blok hakkında kullanılabileceği anlaşılır. Başka bir deyişle Erdoğan, Türkiye’yi bilerek veya bilmeyerek adım adım Batı’nın düşmanı bir noktaya doğru taşıyordu.

Bir ara AB ile ipler kopma noktasına gelince Erdoğan, 2020 Şubat ayında Türkiye’deki mültecilere sınırı kapılarının artık açık olduğu haberini uçurdu. Binlerce göçmen ve mülteci Avrupa’ya gidebilmek umuduyla kış soğuğunda sınıra dayandı. Erdoğan, AB’yi tehdit etmiyordu, Avrupalılara göre bunun adı düpedüz şantajdı. Modern Avrupa siyaseti için son derece yeni olan bu tarz, Brüksel’i şoke etti. Erdoğan, daha fazla para ve kendi koşullarında ödeme için göçmenleri silah olarak kullanıyordu. Avrupalılar, Türkiye’nin kendilerine şantaj yaptığını hissediyordu.

                                  Batı’dan Korkuyor

Erdoğan’ın AB ile kurduğu ilişkinin tarzı ABD ile kurduğu ilişkilerde de geçerlidi. Ancak arada bir fark var: Erdoğan, Washington’dan her zaman korkmuştur. Erdoğan ABD’ye tehdit ve şantajlarını belli bir mesafeden yaptı ve AB’ye göre ABD’ye daha nazik olmaya özen gösterdi. Anlaşabilirlerdi, şu dünyada anlaşılamayacak hangi sorun olabilirdi ki? Batı Erdoğan’ın istediklerini verecekti, o da onların istediklerini. Mesele bu kadar basitti.

Erdoğan’ın otoriter döneminde Türkiye’nin Avrupa ve ABD ile stratejik ortaklığı büyük oranda kağıt üzerinde kaldı. Türkiye hala NATO üyesiydi ve Batılı neredeyse tüm örgütlenmelere üye idi ancak fiiliyatta Erdoğan’ın politikaları Batı politikalarının dışındaydı. Örneğin Afrika’da Türkiye, Fransa ve diğer Batılı ülkeleri hala “sömürgeci” olmakla suçladı. Tıpkı Rusya gibi Afrika’da bir Batı karşıtı kampanya başlattı. Suriye ve Irak’ta ise NATO üyesi olan Türkiye ve ABD birbirlerine karşı silah kullanacak derecede zıt kutuplara gittiler.

2015’den sonra Batı kamuoyunda Türkiye’nin NATO üyeliği dahi sorgulanır oldu ve Türkiye’nin artık güvenilir bir ortak olmadığı vurgusu pek çok ciddi gazetede makalelere konu oldu. Ayrıca iki taraf arasında anlamlı kurumsal iletişim kanalı da kalmadı. Erdoğan dış dünya ile ilişkileri kendi tekeline aldı ve ikili görüşmelerinde açık açık pazarlık yapar hale geldi. Batı dünyası şunu anladı: Erdoğan’ı tatmin ettiği sürece Türkiye ile iş yapabilir, ancak Ankara ile bu dönemde kalıcı ve kurumsal birliktelik mümkün değildir. Bu süreci en iyi anlayan ise İngiltere oldu; Özellikle İngiliz muhafazakar devlet makinesi, Türkiye’yi Avrupa ailesinin bir ferdi olarak görmeme eğilimindedir. Türkiye’deki gelişmeler onların bu düşüncesini güçlendirdi ve Londra, Türkiye’yi Batı dengeleri içinde değil de Mısır veya Pakistan gibi Doğulu bir ülke olarak değerlendirdi. Bu sayede silah satışı ve diğer işbirlikleri mümkün oldu. Avrupa Birliği ve Almanya ise bu kıvraklığı gösteremedi ve Türkiye’yle mümkün olan her alanda ilişkiler kesildi. AB’nin en basit projeleri dahi Türkiye’ye verilmemeye ve hatta Türkiye’nin içinde olduğu toplantılar iptal edilmeye başlandı.

                       Erdoğan Çıkmazda: Kasa Boş

2020’li yıllara gelindiğinde, Türkiye resmen NATO üyesi olsa da, Batı ülkeleri Erdoğan’ın Türkiye’sini ne “gerçek bir Batılı” ne de “gerçek bir ortak” olarak görüyordu. Türkiye’nin NATO’dan ve Batı kurumlarından çıkarılması gündeme gelse de, dışarı atılması içeride kalmasından daha maliyetli olabilirdi. Çünkü Rusya veya Çin ile yakınlaşacak bir Erdoğan, Batı politikalarına büyük zararlar verebilirdi.

Diğer taraftan Erdoğan’ın “süper müsrif” ve “hiper keyfi” politikaları ülkenin kasasını boşalttı ve Türkiye’yi uluslararası alanda yalnız bıraktı. Türkiye aynı anda İsrail’le, Yunanistan’la, Mısır’la, Suriye’yle, Rusya’yla, Suudi Arabistan’la, BAE’yle ve neredeyse tüm Batı alemiyle hasım haline geldi. Erdoğan için bunda bir sorun olmayabilirdi ama kasanın boş olması herşeyi değiştirdi. Batılı kurum ve bankalar referans olmayınca Erdoğan parasal işlerini yürütmekte zorlandı. İçeride azalan üretim ve artan tüketim dış finansmanı kriz düzeyine getirdi.

Özetle ekonomik kriz, Erdoğan’ı küstüğü herkesle barışmaya zorladı. Erdoğan, herkesle ama en çok da Batı’yla barışmaya, anlaşmaya çalıştı. Araplarla barışmak daha kolaydı, çünkü onların istekleri sınırlıydı. Ancak Erdoğan, birkaç yıldır uğraştığı halde ABD ve Avrupa ile barışmakta zorlanıyor. Çünkü Batı’yla barışırken işin içine “temel değerler” ve “dünya görüşü” giriyor. Ayrıca Batı dünyası şunu anladı ki Erdoğan güvenilir bir ortak değil. Onun tüm isteklerini karşılasanız bile ona sırtınızı dönemezsiniz, güvenemezsiniz. Şunu iyi anlamak gerekiyor, Erdoğan “Batı karşıtı” veya Batı’ya karşı “şüpheci” biri değil. Erdoğan “Batı düşmanı” olsaydı bile bu durum Batı için daha bir tercih edilir olurdu. Erdoğan Batı’ya düşman olsaydı nerede durduğunu herkes bilirdi. Hatta ilkeli bir mafya lideri bile size belli bir dereceye kadar güven verebilir. Düşmanınızın ne istediğini bilirsiniz ve ona göre davranırsınız. Ancak Erdoğan’ın en azından 2015 yılından bu yana Batı ile ilişkilerinin temelinde doyumsuz kişisel çıkarlar dışında bir ilke ve değer yok. Batı başkentleri Erdoğan’ı hiçbir şeyle tatmin edemeyeceklerini ve ona hiçbir bedel karşılığı güvenemeyeceklerini biliyorlar. Taraflar arasında kendiliğinden üzerinde mutabık olunabilecek bir değerler bütünü yok. İşte bu nedenle ABD ve AB, son dönemde çok ihtiyacı olmasına rağmen, Erdoğan ile kalıcı ve uzun soluklu bir anlaşmaya yanaşmıyor. Hatta mümkünse onun etrafını dönerek işlerini halletmeye çalışıyorlar.

                                  Güvenilmez Ortak

Türkiye’nin “güvenilir ortak” olmadığı algısı NATO’da öylesine yaygın ki Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler bile bu iddialara yanıt vermek zorunda kaldı. POLITICO’nun sorularını yanıtlayan Güler, “Türkiye’nin güvenilir olmadığı yönündeki iddiayı kesinlikle reddediyoruz, böyle bir şey yok. 32 müttefikin bir arada olduğu bir ortamda her konuda aynı görüşte olmak düşünülemez” dedi.

Güler’e göre Türkiye’yi “güvenilmez” göstermeye çalışan ülkeler var ve bunların başında Almanya geliyor. “Bazı ülkeler böyle bir algı yaratmaya çalışıyorlar,” diyen Güler, Almanya’nın Eurofighter jetlerine ihracat kısıtlamalarını, “ittifak içinde güvensizlik yaratan asıl mesele” olarak adlandırdı. Ancak Türkiye’ye fiili ambargo uygulayan sadece Almanya değil; başta ABD olmak üzere pek çok NATO üyesi Türkiye’ye hassas ürün satmıyor veya belli kısıtlamalarla bunu yapıyor. POLITICO diyor ki “Türkiye’nin standart bir NATO üyesi olmadığı da yadsınamaz.”

       NATO’nun Ayrık Üyesi NATO’dan Kopuyor Mu?

Türkiye’nin NATO içindeki durumu merkezden hızla uzaklaşan bir göktaşına benziyor; bu kopuş diğer üyelerce artık garipsenmiyor ve kabullenilmiş doğal bir son olarak görülüyor. NATO şu anda “post-Türkiye” dönemine hazırlanıyor. Özellikle Balkanlar ve Karadeniz’de devam eden hazırlıklar Türkiye’nin katılmadığı değil, Türkiye’nin karşı kampa geçtiği ihtimal de düşünülerek sürüyor.

Oysa ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın planları çok farklıydı. Erdoğan, Ukrayna Savaşı ve yükselen Çin rekabeti karşısında çaresiz kalan Batı’nın kendi kapısını çalmasını ve belli maliyetler karşılığında işbirliği önermesini bekliyordu. Çünkü Erdoğan’ın çevresindeki “danışmanlar” ona Türkiye’nin vazgeçilmezliğini anlatıp durdular. Ancak öyle olmadı. Batı, çıkar ortaklığına “hayır” demese de şantajı andırır bir bağımlılığa sıcak bakmıyor.

Erdoğan, Washington’dan ayrılırken yüzünden düşen bin parçaydı. Umduğunu bulamadı ve dümeni Pekin’e kırdı. Erdoğan, başta ABD olmak üzere NATO üyelerinden beklediği ilgi ve sıcaklığı göremeyince BRICS ve Şanghay üyeliklerinden bahsetti, Ankara’nın tüm taraflarla görüşebilme avantajından dem vurdu. Ancak mutlu değildi. Yüzü gülmüyordu. Son gün basın mensuplarına Çin’den davet aldığını ve yakında Pekin’i ziyaret edebileceğini söyledi. Aslında verilen mesaj, “gidiyorum bak, bu son şansınız” gibi bir şeydi.

                        Türkiye NATO’dan Ayrılır Mı?

Birkaç aydır Külliye’de ciddi ciddi NATO’dan ayrılma seçeneği konuşuluyor. Ulusalcı ve ülkücü cenah ayrılma yanlısı görüş bildirdiler. “Koparsa kopsun, alternatifimiz var” dediler. Hala daha Batıcı duran birkaç danışman ise NATO’da kalma görüşünü savundular. Aslında onlar da ilişkilerin ne düzeyde olduğunun ve daha ileri gidemeyeceğinin farkındalar. Ancak NATO’da kalmayı savunan danışmanlar NATO’dan çıkılması halinde Türkiye’nin ABD’nin hedefine gireceğini, gereksiz bir risk alınacağını söylediler. Bu danışmanlardan Çağrı Erhan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “NATO’dan korunmanın en iyi yolu NATO’da kalmaktır” dedi.

Siyasi danışmanların etkisi ne kadar oldu bilinmez ancak asıl belirleyici Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek ve ekibi. Türkiye NATO’dan çıkar ise bunun kısa süreli ilk etkileri borsanın çökmesi, dövizin fırlaması ve Merkez Bankası kasasının boşalması olur. Batı’nın terk ettiği bir Türkiye, Rusya ve Çin’den beklediği şefkati ve desteği hemen bulamayabilir. Bu nedenle Erdoğan’ın hiç mutlu olmadığı söyleniyor. Batı’ya karşı blöf yaptı ama hamlesi görüldü, önemsenmedi. Washington zaten toz duman; Erdoğan’ın eskimiş ve artık bıkkınlık veren taktikleri, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler için ağırlığı olan politikalar değil. Onların gündemi şimdilik bambaşka.

Bundan sonra ne olur? Muhtemelen Erdoğan Çin’de ve Rusya’da alternatif bulduğu izlenimini vermeye devam edecektir, ancak Batı’yla bağlarını yine de korumak isteyecektir. 

İlgili Yazılar Özel Metin

Are you sure want to unlock this post?
Unlock left : 0
Are you sure want to cancel subscription?
-
00:00
00:00
Update Required Flash plugin
-
00:00
00:00

Fatih Global, politika, diplomasi, toplum ve ekonomi üzerine derinlemesine analizler ve köşe yazıları sunar. Türkiye’nin hem iç politikasını hem de dış ilişkilerini ele alarak, ülkenin stratejik önemini vurgularken, aynı zamanda küresel meseleleri de kapsamlı bir şekilde işler. Ana odak noktamız Türkiye olmakla birlikte, uluslararası ilişkilere geniş bir bakış açısı sunmayı hedefliyoruz.

Bizi Takip Edin!